Paradan değerli olanlar üzerine bir not

Yetmişlerin başı yaşadığımız Yugoslavya’nın altın çağıydı. Standardımız yükseldi, evlerdeki siyah-beyaz televizyonları renkli, büyük ekranlı olanlarla değiştirmeye başladık. Kiminin ailesi köyde, dağ başında bir ev, kiminin ise deniz kenarında bir yazlık satın almıştı. Bildiğiniz refah dönemi. Marketlerde bir iki marka sıvı yağ, bir iki marka kahve, iki çeşit peynir, iki üç diş macunu ve çamaşır deterjanı vardı, ancak biz refah döneminde yaşadığımıza inanıyoruz. Araba bile satın almaya başladı ebeveynlerimiz. Bir gün annem de Saraybosna’nın yanında Volkswagen fabrikasına gitmiş, biriktirdiği peşin para ile bir Tosbağa modelini satın almıştı. Sokağımızda üçüncü araba oldu annemin Tosbağası. Yan sokakta da iki araba sahibi vardı. Plaka numaraları ezberimdeydi.

Tam okul tatili başladığı günlerdi. İlkokul birinci sınıftan çıktım, rahmetli babam da çalıştığı okulda toplantıları bitirip öğrenci karnelerini imzalayınca, hafta sonunda annem bizi Adriyatik kenarına götürüp, babamla birlikte bıraktı. İşleri yoğun olduğu için kendisi geri döndü. Temmuz’daki muhasebe raporu biter bitmez bizi almaya gelecek, hep beraber tatile gidecektik. İlk defa Türkiye gezisi, ilk yurtdışına çıkmam olacaktı. On gün kadar İstanbul gezisi, on gün de Marmara Bölgesinde bir deniz sefası.  Yanılmıyorsam, o zamanlarda anneme arkadaşlarından biri Çınarcık’ı methetmiş olsa gerek, istikamet orasıydı. (Çınarcık’ta yer bulamayınca, o yaz Karamürsel’de kaldık. İstanbul’dan sonra ilk aşkım Karamürsel’di.)

Adriyatik kenarında iken, restoranlarda güvenilir bir yemek bulunmaz diye (belki de cebimize pek uygun değildi bu restoran yemekleri), apartta kalmayı tercih ediyorduk, annem yemek yapardı. Rahmetli babamla kaldığımız zaman, mutfak işini babam üstlendi. Gerçi, kendisi de yiyemezdi yaptıklarını ya, ekmek arasına mahkumduk. Annem de Türkiye’de rahatlıkla her yerde yemek yiyebiliriz, domuz yağı, domuz eti yok diyordu.  İştahsız bir çocuk için pek de önem arz etmiyordu annemin dedikleri, ama yurtdışına ilk gezimiz, az bir şey değil… Lüks yerlerde kalmıyorduk (zaten yorgun vaziyette hotele gelip yatağa yuvarlanıyorsun), lüksü aramıyorduk… Fakat bizim için son derece güzel, son derece prestij bir tecrübeydi. Hatta, rahmetli babamın duymayacağına emin olsaydım, okul başlayınca arkadaşlarım arasında hava atacaktım. Bakın, duyun nerelere gittim diye. (Halbuki hapşırdığımda bile birinin babama ihbar edeceğini düşünüyordum. Hava atmak ise evimizde en şiddetli ceza gerektiren günahlarımızdan idi; cezalar da saatler süren eleştirilerle karışık nasihatlerden ibaretti.)

Liseye başladığım yıllarda, tam da Tito’nun ölümünden sonra ‘stabilizasyon’ dönemi vardı. Paran olsa da, işe yaramaz. İthalat yok, ülkede üretilen levazımlar bile ihraç ediliyor. Mahalle marketlerinde saatlerce kuyrukta bekleyerek sıvı yağımızı, tereyağını, kahvemizi ve deterjanı temin ediyorduk. Kuponlar vardı, kuponla hane ehline göre miktarlar belirleniyordu. Evet, kara borsa da vardı, fakat kara borsadan aldığın yağların, kahvenin, deterjanın ne olduğu belirsiz. Kontrol edemezsin, satıcıyı da bir daha bulamazsın… Çikolataya benzeyen bir kakao ürünü vardı, fakat öyle bir tadı vardı ki, insanı çikolatadan vazgeçirir. Annem, yurtdışındaki iş gezilerinden dönerken bir iki çikolata, biraz da kahve getirirdi.  Muz, ananas gibi ithal meyveler de başlı başına bir özlem konusuydu.

Büyümüştük artık, üniversite yılları çabuk geçti. Çalışmaya başlamıştım. Çalışmaya derken, düzenli bir iş, düzenli bir maaşım vardı. İşe yeni girdiğimde oldukça iyi görünüyordu maaşım. Yani, baba evinde yaşayan bekar bir kız için yeter de artar bile. Mağazalarda da bolluk. Birkaç ay içinde maaşım aynı kaldıysa da değeri düşmeye başladı. Hatta, aldığım maaşın değeri on beş gün içinde yarıya düşüyordu. Bir sonraki ay da…. Bir sonraki ay da… Ailesini geçindirmek zorunda olanlar maaş aldıklarında koşarak döviz satan karaborsacıların yanına gidip, maaşlarının değerine döviz alıyordu. Her gün gerektiği kadar değiştirip faturalarını ödüyor, ihtiyaçlarını alıyorlardı. Kimi ise banka hesabına yatırıyordu bu dövizleri, Dinar’ın değeri her geçen gün azalıyordu. Ne olduğunu anlamıyordum, ama demokrasi geliyor diye düşünüyordum. Bir bağımsızlık gelsin, toparlanırız. Yüksek lisans masraflarını nasıl karşılayacağımı düşündüm… Hani, çabuk toparlanırız, değişiklikler, bir bağımsızlık mücadelesi sancıları… çabuk biter. Halbuki ben farkına varmadan savaş rüzgarları esmeye başladı.

Ebeveynlerim banka hesaplarındaki paralarını çekememişler. Altının değeri düştü, bir elmas yüzük karşılığında bir kilo kahve ya alınır ya alınmazdı. Ne olacak, nasıl olacak diye düşünmüştük. Sonra düşünmekten fayda yok diye, vazgeçtik. Yaşıyorduk bir şekilde. Artık ne tatil parası, ne takı parası, ne mobilya, ne araba parası ne de geçim derdi önemli oldu. İçimizde bir can var, onun da bize ait olmadığını anladık. Yine de bir şekilde…  bir şekilde çıktık o savaşın içinden. Savaş günlerinde de hayatta olduğumuza sevindiğimiz günler oldu.  Mutlu olduğumuz günler. Açken mutlu olmak garip bir şey, doğru. Açken, bombardıman esnasında şükretmek, gülmek, neşeden uçmak da garip, fakat mümkün. Bizzat onu da yaşadım. Paramın değeriyle, hesabımdaki veya cüzdanımdaki rakamla alakasız.

Başı dik, alnı açık kalmak, şükretmek, gurur, namus, din ve vatanı korumak gibi değerli bir şey yoktur. Ne para ne de altın yerini tutar, paha biçilmez değerlerdir. Dolar, Euro veya Frank’ın değeri değişir. Bugün var, bir sonraki gün yok olur. Geride kalan ise bu paradan daha değerli şeylerdir.

Çünkü;

Ne varlığa sevinirim ne yokluğa yerinirim

Tek gerçek:

Bana Seni gerek Seni!