Homeros’un destanı bildiğiniz gibidir: Truva kralının oğulları Paris ve Hektor bir gün denizin karşı tarafına, Sparta kralı Menelaus’u ziyarete giderler. Orada, krallar arasında pek de hoş karşılanmayacak bir şey olur ve Paris, Menelaus’un karısı Helen’i baştan çıkarır. Hektor aklı başında biridir, kardeşinin ve taze aşığının birlikte Truva’ya dönme kararlarına olumlu yaklaşmaz. Saraydan gelin kaçırmanın bir bedeli olacak ve bu bedel eninde sonunda Truva tarafından ödenecektir. Çifti kararlarından vazgeçiremeyince yine krallara mahsus bir başka edayı takınır; bedel neyse ödenecektir. Sabahleyin karısının kaçmış olduğunu anlayan Menelaus küplere biner, durumu hemen Miken kralı olan kardeşi Agamemnon’a iletir. İki kardeş hiç vakit kaybetmeden namuslarını temizleme seferine çıkarlar. Truva kuşatılmıştır. On yıl sürer kuşatma, Yunanlılar da Truvalılar da pek yorgun düşerler. Ama on birinci yılda destancımız Homeros devreye girer. Artık harbin bitmesi gerekmektedir. Destana heyecan katmak için tarafları birkaç kez daha sahaya indirir. Kimi Anadolu kimi Yunan cenahını tutan Tanrıları Zeus’a gönderip, kendi tarafları için yardım talep ettirir. Zeus bu ziyaretlerden birinde destanın en can alıcı cümlesini kurar: “Ben bu savaşın nasıl sonuçlanacağını zaten biliyorum. Bırakalım biraz daha savaşsınlar!..”
***
Tekrar geri dönüp yorulmamak için Yunanistan’da biraz daha eğleşelim. Kavafis’in “Barbarları Beklerken” şiiri, isimsiz bir öznenin alelade bir sorusuyla başlar: “Böyle Pazar yerine toplanmış ne bekliyoruz?” Sorunun muhatabı da isimsizdir. Hiç duraksamadan “Çünkü barbarlar geliyormuş bu gün” der. Sonra sorular farklılaşarak birbiri ardınca devam eder: “Neden hiç kıpırtı yok senatoda / senatörler neden yasa yapmıyor?”; “neden öyle erkenden kalkmış imparatorumuz / şehrin büyük kapısında öyle kurulmuş oturmakta?”; “ünlü hatiplerimiz nerde peki / neden her zamanki gibi nutuk atmıyorlar?” Bütün bu sorulara muhatap olan kişi, aynı cevabı tekrar edip durur: “Çünkü barbarlar geliyormuş bu gün.” Koca bir gün onları beklemekle geçmiş, akşam vakti gelmiştir. Şair, son bir soru daha sordurtur: “Neden bu beklenmedik şaşkınlık, bu kargaşa? / Nasıl da asıldı yüzü herkesin! / Neden böyle hızla boşalıyor sokaklarla alanlar, neden herkes dalgın dönüyor evine?” Cevap tarihin ortasına bırakılmış bir ayna gibidir: “Çünkü hava karardı, barbarlar gelmedi / sınır boyundan dönen habercilere göre, barbar marbar yokmuş ortalıkta / Peki, biz ne yapacağız şimdi barbarlar olmadan? / Onlar bir çeşit çözümdü bizim için!”
***
İlahi Papini, canı sıkıldığı için bir Cumhuriyet satın almak senden başka kimin aklına gelebilir. “Gog”da anlattığın şu hikâyeye bak: “Bu ay bir cumhuriyet satın aldım. Pahalı bir heves, amma işte o kadar. Çoktandır canım istiyordu, aldım kurtuldum. İyi bir fırsat vardı ve işi birkaç günde bitirdik. (…) Oraya gittiğim vakit bir misafir gibi görünüyorsam da gerçekte memleketin mutlak hâkimi benim. Bu günlerde ordu donatımını yenilemek için çok önemli bir avans verdimse de karşılık olarak yeni ayrıcalıklar aldım. Manzara benim için oldukça eğlenceli. Meclisler görünüşte serbestçe tartışıyor, kanunlar çıkarıyorlar, millet cumhuriyetin bağımsız ve hakim, her işin idaresinin kendi ellerine bağlı bulunduğunu zannetmeye devam ediyor. Kendilerinin zannettikleri her şeyin nihayet bir yabancının yani benim elimde olduğunun farkında değiller. İstersem yarın meclisi kapatır, anayasayı değiştirir, gümrük tarifelerini iki katına çıkartır, mültecileri atabilirim. Keyfim isterse, imzaladığımız gizli belgeyi yayınlatır, hükümeti devirebilirim ve elimde olan memlekete, komşu Cumhuriyetlerden birine harp ilan ettirmek de benim için olanaksız değildir…”
***
Feridüddin Attar’ın Mantık al Tayr’ı, tasavvufi bir anlatı olmanın ötesinde, dünya edebiyatının da en sağlam metinlerinden biridir: Kuşlar toplanırlar ve “her memleketin bir padişahı var, bizim padişahsız kalmamamız münasip değil, çünkü padişahsız memlekette nizam intizam olmaz, kendimize bir padişah seçelim” derler. Tam o anda Hz. Süleyman’ın postacısı olduğunu söyleyen Hüthüt ortaya çıkar: “Sizin bir padişahınız var ama ondan habersizsiniz. O bize bizden yakın, ona uzak olan bizleriz. Her daim padişah odur, adı da Simurg’dur, binlerce nur ve zulmet perdesinin arkasındadır. Kalkın arayıp bulalım onu.” Kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyik, şahin ve öteki cümle kuş türleri Hüthüt’ün kılavuzluğunda yola revan olur. Oysa çıktıkları yolda meşakkatli pek çok vadi bulunmaktadır. Pek çok kuşun kanadı, bu vadilerden birinde yana düşer. Daha baştan pes edenler de vardır, kuvvetleri yetmediği için istemeye istemeye geri dönenler de. İradelerini kaybetmeyen kuşlardan bazıları da havada ruhlarını teslim ederler. Nihayet sayısız kuştan sadece otuzu bütün zorlukları aşarak yeşil bir vadiye iner. Etrafta padişahtan eser yoktur. Hayal kırıklığı içinde Simurg nerede peki, diye bakınırlar. Birden gaipten bir ses duyulur: Simurg sizsiniz!..