Oturup kalma korkusu

shutterstock_44547481

Avrupa yakasına geçerken genellikle metro ve Marmaray hattını tercih ediyorum. Metrobüse ısınamadım, uzağında durmaya çalışıyorum. Birçok kez oturma fırsatlarını kaçırıyorum. Bazen yer veren oluyor, duruma göre kabul ediyorum. Öğrenciler yer verdiğinde, eğer ilk durakta inmeyeceklerse, oturmak istemiyorum. Aslında elbette kitap okuyabilirim diye oturmaya can atıyorum. Fakat yolculuklarımın neredeyse dörtte üçünde ayakta gittiğim için, hiç değilse uygun bir köşede bir yere yaslanıp kitap okumayı denediğim oluyor. Zor gerçi, ama hiç yoktan iyi. Kendimi teselli ediyorum bir yandan: Çalışırken saatlerce oturmuyor muyum…

Günümün büyük bölümü ister istemez oturmakla geçiyor. Henüz ayakta gezinerek yazı yazmayı sağlayacak bir sistem geliştirilmedi, ya da ben duymadım. Bazen –yatılı okulda alıştığım gibi- elime bir dergi alıp koridorda geziniyorum. Aslında oturmayı sevmiyorum, fakat yazı mesaisi oturup kalmaya eğilimi güçlendiriyor. Kelimeler, cümleler, düşünülmüş olanlar, daha yenileri ve çeşitli bağlantılar yazıya dökülmek için olduğum yerde çöküp kalmaya zorluyor.

Oturmayı ödül gibi gören kadınlar var arka planımda üstelik; rahmetli annem de dahil. Çünkü zamanında çok ayakta kalmış, genellikle el üstünde değil ayakta tutulmuş. Çekip çevirme, sürekli hizmet, beş çocuk, titiz koca, aile de geniş; oturmaya vakit kalır mıydı? Bunlara bir de saygı icabı ayakta durmayı gerektiren “gelinlik” adetlerini eklediğinizde, oturmak bir ödül gibi görünüyor, ayakta durması beklenenin açısından. Kayınvalidesi oturuyor şimdi, bir gün o da oturacak. Aslında oturdu da… O kuşak yaşlılık çağını televizyon karşısında örgü örerek geçirdi.

Hem bağda bahçede hem ev içinde çalışarak geniş aileyi ayakta tutacak bir faaliyeti üstlenen Anadolu kadını, yorgun bir insan. Bu faaliyet programını ta Neolitik çağa kadar götürebilir, daha gerilere de gidebiliriz. Erkek ava gitmek veya savaşmak zorunda, kadın onu beklerken aileye kol kanat germeli, çocuklarla yaşlıları doyurmalı, çiftle çubukla ilgilenmeli. İnsanlık avcılık ve toplayıcılıktan tarım çağına geçtiğinde kadın hiç olmadığı kadar hareket etmeye başladı belki de. Erkek hala av peşindedir çünkü ve bağ bahçe işleri de ertelenemez. Zamanla ortaya çıkan “bereket” sembolü atfı, analığın yanı sıra tarım alanındaki faaliyetleri de düşündürüyor. Anadolu’da yapılan kazılarda bulunan “ana tanrıça” figürlerinin dönemi, MÖ 6500 – 7000 yıllarına kadar uzanıyor. Bereket sembolü bazen ayakta, bazen oturmuş, bazen uzanıyor halde görünüyor. Vücudu çoğu zaman zarif, bazen ise yılların ardından oturmayı bir ödül olarak benimsediğini gösteren yorgun Anadolu kadınını andıracak şekilde katmanlarla irileşmiş gibidir. (Bu vücut tipinin yüz yıllar sonra oryantalist ressamların tablolarında “rehavet ve uyuşukluğu” temsilen zuhur etmesi kurcalanmaya değer).

Eski Taş Devri’nden kalan Willendorf Venüsü kuşkusuz çok daha hantal görünüyor. Hem idol hem nesne, hem yüce hem tutsak. “Kendi cömert ve şişkin bedeninin içine gömülmüştür” diye yazıyor Camilla Paglia. Anneliğe özgü sorumluluklar kadını olduğu yere çökerek genişlemeye sevk ediyor. Tarım alanında üstlenilen çalışmanın yorgunluğu oturmayı bir ödüle dönüştürüyor. Fakat işte üretim bağlamında tuzaklarla dolu yeni bir döneme girdik. Kısa oturmalar bir bağış, uzun oturmalar çile. Rahmetli annem ömrünün son çağında bu değişimin önemini fark etmişti ve nereye gidersem gideyim benimle gelmek istiyordu. İçinde bastırılmış eylemci kişilik oturmayı reddediyor, yorgun bedeni ise onu olduğu yere çökmeye zorluyordu.

Kadın veya erkek, çoğumuz için gençlik çağında oturmak veya gün ortasında dinlenmek üzere uzanmak ulaşılmaz bir lüks olabilir. Şehirleşmeyle birlikte kabul ve kurallar değişiyor. Bu kez ev yoruyor kadını. Dört duvar arasında bağda bahçede yaşıyormuş gibi üretken, yapıcı ve ayakta kalmayı nasıl başaracak? Kapalı alanda tekrarların usandırıcılığı depresyon halinde bir uyarı olarak sökün ediyor. Derdi neymiş; kimse bilemez sanki… Ev işini bitirdikten sonra örgüsünü alıp televizyon karşısına geçmiyor mu? Oldum olası bir emeklilik mükâfatı gibi gelen oturma hakkını nispeten erken yaşlarda elde etmenin keyfiyle niye yetinmiyor?

Benim kuşağım oturup kalma hevesine mesafe koyarak tanımladı dünya görüşünü ve hayat tarzını. Tefsir okuma günleri, gündemi kurcalayan paneller, varoşlarda bir mahallede ev toplantısı, hapishanedeki bir yazarın evine ziyaret, uzak bir kütüphanede bulunan bir kitabın peşinde dolaşmalar, Filistin için bir kermes… Bir bakıma söz konusu olan sezgisel bir çabayla alternatif kamusallığın inşasıydı. Ağabeyim Ümit, başörtünle sana yasaklanmış alanlarda dolaşman da bir tebliğdir, şehri bu şekilde kendine ait kılarsın, mealinde sözlerle teşvik ederdi çeşitli adreslerin peşinde koşturmayı. (Yıllar sonra kendisiyle söyleşi yaptığım sırada Aida Begiç, “Başörtüsü kavramsal sanattır” diyerek benzeri bir tarifte bulunacaktı).

“Bugün Allah için ne yaptın?” sorusuna içine yatan cevaplar vermek üzere kendi adımlarıyla yarışan bir kuşak oturmayı bir ödül olarak görebilir mi? İçinde bulunduğumuz coğrafyanın bir o tarafından yükseliyordu yardım çığlıkları, bir bu tarafından. “Biz bu dünyaya oturmaya gelmedik”; Hayme Ana’nın Diriliş dizinde dile getirdiği tespit, İslami hayat tarzının bir düsturu. Hakikat ancak, peşinde koştuğunuz takdirde size kendini açar. Tanıma panelleri, otobüsle çıkılan dayanışma yolculukları, el ele zincirleri, sokak çocuklarına bir çatı sunma endişesi… Her birimiz “şehrin en uzak ucundan koşarak gelen adam” misali çevik, kaygılı, diğerkâm olmalıydık. Kısa bir süreliğine eğleşsek bile, az sonra kalkıp yola koyulacağımızı bilmez miydik…

Yorgunluk faaliyet içinde değil de durakladığınızda bastırıyor omuzlarınızdan. Metroda Marmaray’da yetişme telaşı içinde koştururken bir an önce oturma fikri, birazdan evde yine ayakta geçecek bir süreye hazırlık arası olarak cazip geliyor. Kendimi kandırmaya çalışmıyor muyum? Doğrusunu isterseniz, az sonra kalkmam gerektiği düşüncesiyle tedirgin olmadan bir su kıyısında saatlerce oturmak istiyorum. Az sonra yapılması gerekenlere dair düşüncelerin uzağında, kendini oturma dinlenmesine bırakmak hayali yasak bir ödül gibi. Gamsız bir oturma nasıl olur, hayal etmeye çalışıyorum hiç değilse…