Eski devirlerde, milletlerarası ilişkilerin meşru bir zeminde yürütülmesine yardımcı olan bir hukuk sistemi olmaması, savaşlarda ele geçirilen esirlerin akıbetlerini zora sokuyordu (Bugünkü durumun daha vahim olduğu aşikâr). Geçmişte savaşlardan zaferle ayrılan taraf düşmanını tamamen yok etmeye yönelik bir siyaset izliyor, bu zor zamanlar tarihin acı dolu hatıralar hanesine kaydediliyordu. Savaşlarda ele geçirilen esirlerin pazarlanması ciddi bir ticari faaliyetti. Şehir meydanlarında esir pazarlarının kurulması, zaman zaman istenmeyen manzaralara neden olsa da 19.yy.ın başlarına kadar neredeyse dünyanın her yerinde devam etmişti.
Eski Yunanlılar ve Romalıların savaş esirlerini köle yapıp her türlü işte istihdam etme düşünceleri, bir nebze olsun katliamları engellemişti. Zira bu milletler savaş esirlerinin büyük küçük, kadın erkek demeden hepsini öldürmeyi kendilerine bir vazife addediyordu. Bilindiği gibi Roma hukukunda bir savaş esirini öldürmek meşru bir hareketti. Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi semavî dinleri kabul eden bazı toplumların da esirlere karşı insafsız davrandıkları, üstelik bunu dinin bir emri gibi düşündükleri görülmekte. Avrupa’da henüz siyahi esir ve kölelerin toprak sahipleri tarafından insanlık dışı muamelelere maruz kalmadığı yıllarda beyaz esir ve serflerin büyük çiftliklerde kullanıldığı, ХVΙ ve ХΙХ. yüzyıllar arasında ise 60 milyon Afrikalının Avrupa kıtasına getirildiği de su götürmez bir gerçek.
İslâm’dan önce Arap toplumları da esirlere uyguladıkları muamele bakımından diğer milletlerden farklı değildi. Bazı Arap hükümdarlar savaşlarda ele geçirdikleri esirlerin bazen toplu halde yakılmalarına, işkenceyle öldürülmelerine veya sağ bırakılıp köle olarak satılmalarına müsaade ediyorlardı. Ancak İslamiyet ile birlikte savaşan erkekler dışında kalan sivillerin yani kadın, çocuk ve yaşlıların, sakatların, din adamlarının ve savaşla ilgisi bulunmayan diğer kimselerin bilfiil savaşmadıkça öldürülemeyeceğine hükmedilmişti. Ayrıca savaş esirlerine iyi davranılması, esirlerin gıda ihtiyaçları gibi giyimlerinin de devlet tarafından karşılanması bir kurala bağlanmıştı. Hatta Hz. Peygamber esirler arasında bulunan annelerle çocuklarının birbirinden ayrı düşürülmesini kesinlikle yasaklamıştı. Şunu da belirtmekte fayda var; esirlerin köleleştirilmesi İslâm’ın ortaya koyduğu ve arzuladığı bir uygulama olmayıp o dönemde mevcut yaygın kültürün bir sonucuydu.
Batı’dan daha medeni…
Osmanlılar, kuruluş yıllarında henüz esirlik müessesini işletmeyi düşünmemiş, ele geçirilen bölgelerin ahalisi eskiden olduğu gibi sosyal yaşamlarına devam etmişti. Sultan I. Murat devrinde Rumeli’de gerçekleşen fetihler arttıkça devlet, asker ihtiyacını karşılamak üzere savaş esirlerinden askerliğe elverişli olanların beşte birini asker olarak istihdam etmeye başladı. Diğer esirler ise savaş ganimeti olarak gaziler arasında taksim edildi ve böylece esirlik müessesesi resmen işletilmeye kondu. Devletin sınırlarının genişlemesine paralel olarak sayıları artan esirler artık bundan sonra sosyal hayatın önemli bir unsuru haline geldi.
Osmanlı Devleti esir, köle ve cariyelerin sahip oldukları haklar bakımından Avrupa ile karşılaştırılamayacak derecede medeniydi. Batıda ele geçirilen esirlere akla gelmeyecek zulümler yapılırken Osmanlı toplumunda tüm esirlerin insani hakları kanunlarla teminat altındaydı. Kanuni devrinde İstanbul’u ziyaret eden meşhur seyyahlardan Fransız Pierre Belon, Osmanlı’daki esirlerle ilgili şu ifadeleri kullanıyor:
“Avrupa’da hizmetkârlar derecesinde Türkiye’deki esirler iyi bakılmakta, efendileri tarafından eşit muamele görmektedir. Her esir, kadıya müracaat edip hak isteyebilmektedir. Kadılar, efendisini şikâyet eden esirlere çok iyi davranmakta ve böyle bir şikâyete bile sebebiyet vermekten öteye suçları olmasa dahi efendiye çıkışmaktadır. İsteyen kadıya müracaat ederek hürriyetini elde etmek üzere para karşılığı çalıştırılmasını talep etmektedir. Efendiden memnuniyetsizliğin ifadesi olan bu davranış karşısında kadı, ekseriya esirin bir yıl çalıştıktan sonra âzâd edilmesine hükmetmektedir.”
Uzun müddet devam etti
Osmanlı bürokrasisi gayrimüslimlerin esir ticareti yapmaları yanında Müslüman köle bulundurmalarını da yasaklamıştı. Bu yasak kararında esirlerin din değiştirme ihtimalinin düşünüldüğü aşikâr. Lakin bu uygulamanın çok fazla karşılığının olmadığı ilerleyen yıllarda görüldü. İstanbul’un en önemli esir pazarı Çarşıkapı’dan Nurosmaniye’ye giden yerde bulunmaktaydı. Burada bulunan iki katlı ve 300 odalı bir yapı olduğunu bildiğimiz Esir Hanı, gayri müslimlerin yanında Müslümanlardan serseri ve ayyaş takımının bile giremediği bir yerdi. Diğer iki büyük pazar da Cerrahpaşa ve Beşiktaş’taydı. Bunların dışında Erzurum, Konya, Şam, Halep, Bağdat, Medine, Kahire, Avrupa’da ise Belgrad ve Sofya esir ticaretinin yapıldığı diğer merkezlerdi.
Pazarda esirci esnafının seçtiği “esirciler kethüdası” ile devletin tayini ettiği “esirciler şeyhi” genel nizamı sağlayan, kanunlara aykırı hallerin yaşanması halinde tedbirler alan görevlilerdi. Yukarıda da bahsettiğimiz gibi kendisine kötü davranılan bir esir kadıya kesinlikle şikâyette bulunabilir, hakkını arayabilirdi. Elbette zaman zaman genel ahlaka mugayir bazı hadiseler vuku bulsa da bunlar daima birer istisna olarak kalmıştı. Evliya Çelebi Seyahatnamesinde 17. yüzyılda İstanbul’da yaklaşık 2000 esir tüccarının olduğunu ifade ediyor.
İstanbul’da esir pazarları 1847 yılında Sultan Abdülmecit’in fermanı ile kaldırılmışsa da gizli kapaklı bir şekilde ticaret yine devam etmişti. Bunun üzerine yine Sultan Abdülmecit’in 1857 yılında yayımladığı bir emirle esir ticareti yapanların cezalandırılacağı kesin bir dille belirtilmiş ancak esir ticareti Osmanlı Devleti’nin hitama erişine kadar devam etmişti.