Osmanlı topraklarına matbaanın ilk olarak gelişi 1493 ya da 1503 şeklinde tarihlendirilmektedir. Bu tarih İspanya’dan sürülüp Osmanlı’ya sığınan Yahudi David ve Samuel Nahmias kardeşlerin Sultan II. Beyazıt’tan aldıkları izinle İstanbul’da ilk matbaayı açtıkları tarihti. Nahmias kardeşler matbaalarında ilk olarak Yaakov ben Asher’e ait (ö. 1340) Yahudi hukukuyla ilgili “Arbaa Turim” (Dört Merhale-Emir) adlı eseri yayımlamışlardı. Bu tarihten 1554 yılına kadar Yahudi girişimciler İstanbul’da üç Selanik’te bir, Edirne’de de bir tane olmak üzere beş matbaa açmış, imparatorluk sınırları içerisinde iki binden fazla kitap basımını gerçekleşmişlerdi. Ermenilerin açtığı ilk matbaa ise Tokatlı Apkar Tıbir’ın 1567 yılında Venedik’ten getirdiği harflerle Surp Nigoğayos Kilisesi’nde kurduğu matbaa idi. Apkar Tıbir ilk olarak “Basit Ermeni Alfabesi” adlı kitabı yayımlamıştı. Eremya Çelebi Kömürcüyan, Merzifonlu Krikor, Boğos Arabyan, Ohannes Mühendisyan, Haçik Kevorkyan gibi isimler ileriki tarihlerde gelişecek Ermeni matbaacılığının lokomotifi oldular. Rumlar ise 1627 yılında İstanbul Patrikliğinin tüm araç ve gereçlerini Londra’dan getirttiği bir matbaa kurmuşlardı. Matbaanın sahibi Nicodemus Metaxas adlı bir rahipti ve ilk olarak Yahudilikle ilgili bir kitap yayımlanmıştı.
Bürokrasiyi ikna ettiler
Osmanlı’da ilk matbaa kurma hazırlığı 1726 yılında gerçekleşmiş, bir yıl sonra tüm hazırlıklar tamamlanmış, 1729 yılında ise ilk basım gerçekleşmişti. Bu matbaa Yirmisekiz Çelebizade Sait Mehmet Efendi ile İbrahim Müteferrika adlı iki ortağa aitti. Sait Mehmet Efendi, Osmanlı’nın Fransa sefiri babası Yirmisekiz Çelebi Mehmet ile birlikteyken Paris’teki matbaaları tetkik etmiş ve kendi memleketinde de böyle bir girişimde bulunmaya karar vermişti. İstanbul’a döndüğünde matbaa projesini gerçekleştirmeye çalışan Sait Efendi, Osmanlı Sarayında görevli, asıl şöhretini matbaacılıkla kazanan İbrahim Müteferrika ile birlikte çalışmalara başladı.
1674 yılında Romanya’nın (Erdel) Kolojvar şehrinde (Cluj) dünyaya gelen İbrahim Müteferrika’nın asıl adı, ailesi ve Müslüman olmadan önceki hayatı hakkında çok fazla bilgi yoktur. 1693’te Thököly İmre ayaklanması sırasında Osmanlı askerlerine sığındığı, İstanbul’a gelerek İslamiyet’i kabul ettiği ifade edilmekte. Memleketindeyken de matbaa işleri ile ilgilendiği bilinen İbrahim Müteferrika, Sait Efendi ile birlikte ilk iş olarak “Vesîle el-Tıbâ’a” adlı bir rapor hazırlayarak matbaanın ehemmiyet ve faydaları konusunda devleti ikna etmeye çalıştı. Bu raporda kısaca mühim eserlerin yayımlanmasının hem avam hem havas için faydalı olacağı, kitapların ucuzlayacağı bundan dolayı herkesin istifade edebileceği, şehirlerde büyük kütüphanelerin kurulacağı, ilim tahsil edenlerin de bundan azami düzeyde faydalanacağı, basılacak kitaplarla İslam’a hizmet edileceği, Avrupa’da basılan Arapça ve Farsça kitaplardaki hataların bize ait matbaalarda önlenebileceği, basılan değerli kitaplar sayesinde devletin şan ve şerefinin artacağı gibi maddeler bulunuyordu. 1727 yılı Temmuz ayının başlarında Sultan III. Ahmet’in fermanı, Şeyhülislâm Yenişehirli Abdullah Efendi’nin de fetvası ile ilk Türk matbaasını kurma iznini almayı başaran bu müteşebbisler, Müteferrika’nın Yavuzselim semtindeki evinde ilk matbaalarını kurdu. Ancak tefsir, hadis, fıkıh ve kelam gibi dini ilimlere ait kitapların basımına izin verilmemişti. Bu matbaa ilk eserin basımını 1729 yılında tamamladı. Eser daha çok Vankulu Lugatı adıyla geçen Sıhâhu’l-Cevherî tercümesiydi. Mehmed ibn Mustafa el-Vânî, diğer adıyla Vankulu Mehmed Efendi tarafından yazılan bu eser Arapça bir sözlüktü.
Matbaa açıldıktan bir müddet sonra Mehmet Said Efendi’nin devletin önemli makamlarına yükselmesi işlerin tamamen İbrahim Müteferrika’ya kalmasına neden oldu. Hatta Sultan I. Mahmut’tan matbaa için alınan izin fermanlarında tek muhatap Müteferrika oldu. İbrahim Müteferrika 1747 yılında vefat edene kadar 23 cilt halinde 17 kitap bastı. Özellikle hacimleri itibariyle hattatların çoğaltmaktan kaçındıkları kitaplar yayımlandı ve kısa zamanda ulemanın ilgi odağı oldu. Kitapların konusu genellikle tarih, coğrafya, dil ve askerlik alanındaydı. İlk yıllarda bin adedin üzerinde basım yapılırken daha sonra bu sayı satış azlığından beş yüze inmişti. İbrahim Müteferrika bastığı kitapların bazılarına kendisi ilavelerde bulunmuş, haritalar eklemiş, batıdaki gelişmeleri yakından takip etmişti. Ancak onun vefatından sonra ne yazık ki matbaa uzun bir süre basım yapamadı. Bu durumun yaşanmasında devletin içinde bulunduğu siyasi durumun da etkisi büyüktü. İbrahim Müteferrika’dan sonra matbaa işi kalfası olan Rumeli kadılarından İbrahim Efendi ile Anadolu kadılarından Ahmet Efendi’ye kaldı (1754). Bu iki isim ilk olarak nüshaları bitmiş eserleri yeniden basmaya başladı.
Müteferrika’dan çıkanlar
Müteferrika matbaası, daha sonra Divanı Hümayun Beylikçilerinden Raşit Mehmet ve Vakanüvis Vâsıf Efendiler tarafından satın alınmış, Sultan I. Abdülhamit’ten gerekli izinler temin edilerek tekrar eserler basmaya başlamıştı (1783). Yayımlanan ilk eser “Tarih-i Sami ve Şakir ve Suphi” idi. Ertesi yıl İzzî Süleyman Efendi’nin Tarihi basıldı. 1787’de İspanya’ya sefir olarak gönderilen Vasıf Efendi matbaadaki ortaklığını bırakmak zorunda kalınca Raşit Mehmet Efendi işleri tek başına yürüttü. Mehmet Efendi, aynı yıl Güzelhisarlı Zaynîzâde Hüseyin’in ders kitabı olarak okutulan “İ’râbü’l Kâfiye” adlı eserini bastı. Bu tarihten sonra yedi yıl kadar atıl kalan Müteferrika Matbaası, Üçüncü Selim’in emriyle Boğdan Voyvodası Aksandır İpsilanti’nin oğlu Konstantin İpsilanti Efendiye tercüme ettirilen üç adet askeri kitabı basmaya başladı. Bu kitaplar Fenni Harp, Fenni Lağım ve Fenni Muhasara adlarını taşıyordu. Raşit Efendi’nin vefat ettiği 1798 yılında iyice eskiyen müteferrika matbaasının harfleri artık kullanamayacak hale geldi ve faaliyetlerini askıya aldı.
Müteferrika Matbaası yayımladığı eserlerle Osmanlı ilim camiasına şüphesiz büyük katkı sağlamıştı. Başta İbrahim Müteferrika olmak üzere matbaanın başına geçen isimlerin hepsi bilgi birikimleri ile bu hizmetin bir parçası oldu. 19. yüzyılın sonlarına doğru ise Osmanlı yazma geleneği artık geri planda kaldı lakin metinlerde ve özellikle kitapların iç ve dış kapaklarında yazar ve eser isimlerinin hüsn-i hat’la yazılmasına geçmişin hoş bir hatırası olarak bir süre daha devam edildi.