Arapça “kırbaçlayan, çeşitli işkenceler uygulayan” anlamlarına geldiğini bildiğimiz cellat kelimesinin daha çok ölüm cezalarını ifa etmekle görevli kişiler için kullanıldığı malum. Cellatlığın kurumsal olarak ne zaman ortaya çıktığı bilinmese de çok eski tarihlerden itibaren varlığından haberdarız. Batıda idam cezalarının zaman içerisinde halk, cezayı kesen hâkimler ve belirli ücret karşılığında çalışan özel görevliler tarafından verildiği görülüyor. İslam dünyasında Peygamber Efendimiz (sav) döneminden itibaren cezaların infazında görevli kimselerin olduğu da net bir bilgi. Cellatlar hakkında bilgi veren Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde Peygamber Efendimiz (sav) devrinde en meşhur cellat olan Eyyub-i Basrî’den bahsetmektedir. Dört Halife devrinden sonra ölüm cezalarını Şurtî adı verilen (polis, muhafız anlamında) görevliler uygulamıştı. Selçuklular’da ise bu görevin genellikle candar ve emîr-i hares tarafından yapıldığı biliniyor.
İnfaz edilenler teşhir ediliyordu
Osmanlı Devletinde cellatlar, 15. asırdan itibaren cezaların infazı amacıyla kullanılmaktaydı. Hangi teşkilata bağlı olarak çalıştıkları tam olarak belirlenemese de sarayda Bostancıbaşıya (sarayın muhafazasından sorumlu) bağlı oldukları ifade edilebilir. Merkezde çalışan cellatbaşının emrinde cellatlar, yamaklar ve şakirtler bulunur; idam hükmü, Bostancıbaşının kontrolünde cellatlar vasıtasıyla gerçekleşirdi. (Bostancıbaşı idam edilecek önemli bir isimse mutlaka infaz sırasında bulunurdu.) Ayrıca taşrada da görev yapan cellatlar da vardı.
Cellatlar idam hükmünü, ceza verilen kişinin statüsüne göre uyguluyordu. Hanedana mensup bir kişinin idamı kan dökerek değil, yay veya kementle boğmak suretiyle gerçekleşirdi (eski Türk geleneğine göre kanlarının yere akması uygun görülmediğinden). Devlet erkânı ve siyasi mahkûmlar evlerinde, hapsedildikleri yerde veya sarayda idam edilirken, hırsızlar ya şehrin uygun bir yerinde veyahut girdiği ev ya da dükkânın önünde asılmak suretiyle infaz edilirdi. Katillerin infazı ibreti âlem olsun diye uygulanan işkencelerden dolayı zaman zaman uzun sürebilmekteydi. İsyancı yeniçeri veya sipahilerin cezasında ise başlar kesilir, ardından vücuda ağırlık bağlanarak cesetler denize atılırdı. Ölüm mahkûmlarının, idamından önce müsadere (devlet tarafından suçlunun malına el koyma) edilmemesi için gizledikleri mallarını öğrenmek amacıyla türlü işkenceye tabi tutulduğu da vakiydi.
İdam edilecek şahıslar cezadan önce Bostancıbaşı tarafından tutulmaktaydı (buna “bostancıbaşı hapsine vermek” deniyordu). Bostancıbaşılar devlet erkânından birinin infazı sırasında gayet hürmetkâr davranır hatta mahkûmun abdest alıp son namazını kılmasına müsaade ederdi. Zaten idam cezasına çarptırılmış devlet adamlarının çoğunun bu kararı gayet metanetle karşıladıkları görülmekte. Bunun en tipik örneği Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’dır. Başarısız olan 1683 Viyana Kuşatmasının sorumlusu olarak Belgrad’da kementle boğulan Paşa, ölmeden önce namazını kılmış, vücudunun toprağa düşmesi için bulunduğu yerdeki kilimleri toplatmıştı.
Sarayda yapılan infazlar genellikle birinci avluda bulanan cellat çeşmesinin önünde yapılmaktaydı. Kesilen başlar yine burada bulunan ibret taşına konur ve bir müddet teşhir edilirdi. İnfaz gerçekleştirildikten sonra cellatlar, ellerini ve kullandıkları aletleri bu çeşmede yıkadıkları için burasının adı “Cellat Çeşmesi” olarak anılmıştı. İstanbul’da saray dışında idamlar daha çok Yedikule’de infaz ediliyordu. Sadrazam Mahmut Paşa 1474 yılında, Sadrazam Ferhad Paşa 1595 yılında burada son nefeslerini vermişti.
Çengel, çarmıh ve kazık cezaları
Osmanlı’da çengel, çarmıh ve kazık kullanarak idam edilen suçlular da bulunmaktaydı. Özellikle çengel cezası, görenler için korkutucu, aynı zamanda müthiş caydırıcı bir hadiseydi. 17. yüzyılda Eminönü’nde bulunan çengeller başları yukarıya doğru kıvrık olacak şekilde iki-üç adam boyundaki kalın kalaslara yerleştirilirdi. Mahkûm yarı çıplak, elleri ve ayakları bağlı bir makara marifetiyle yukarı çekilir ve hızla asılı bulunan bu çengellerin üzerine doğru bırakılırdı. Burada yavaş yavaş can veren mahkûmların görüntüsü aynı zamanda tüm şehir için bir tehdit unsuruydu. Çengel infazları çoğu zaman eşkıya ve korsanlara uygulanırken, casuslar için çarmıh cezası tatbik ediliyordu. Çarmıh infazında suçlu bir çarmıh üstüne sımsıkı bağlanır, vücudunun çeşitli yerlerine kalın balmumları yakılarak konur ve deve üzerinde halka teşhir edilirdi. Suçlular eğer can vermemişse akşam asılmak suretiyle hayatlarını kaybederdi. Kazık cezasında da zanlılar yine aynı şekilde soyulur, elleri ayakları bağlanır ve kalın bir yağlı kazığa çakılmak suretiyle oturtulurdu. Bu ceza şekli de yine eşkıyalara, yol kesenlere ve korsanlara tatbik ediliyordu.
İsimsiz mezar taşları
İdam edilen kişilerin mücevherleri dışındaki diğer eşyaları cellatlara ait olurdu. Bu eşyalar cellatlar tarafından biriktirilip yılda iki defa pazarda “cellat mezadı” adıyla satılırdı. Ancak bu eşyaların uğursuzluk getireceğini düşünen halk, mezada çok rağbet etmezdi. Bu yüzden kıymetli mallar genellikle hep değerinin altında satılırdı. Sultan Abdülmecid döneminde sarayda cellat uygulamasına son verildi.
Cellatlar, sadece kendilerine verilen emirleri yerine getirmelerine rağmen toplumda hep menfi gözle bakılan kimseler olmuşlardı. Halk, ölen bir celladı normal mezarlıklar yerine cellat mezarlığı adı verilen yerlere defnetmiş, sürekli beddua edilmesin diye de mezar taşlarına isimleri yazılmamıştı. Hiç evlenmeden yalnız ölen cellatlar, kabirlerinde de yalnızlardı. Cellat mezarlığını görmek isteyenler Eyüp semtinde, Karyağdı mezarlığının arka kısmında kalan bölümü ziyaret edebilirler.