Osmanlı’da huzurlu toplum, sakin yaşam

Osmanlı toplumunu oluşturan farklı etnik unsurların bugün tarif etmekte güçlük çektiğimiz bir hoşgörü anlayışı çerçevesinde hayatlarını sürdürebilmesi sadece fertlerin iyi niyetiyle açıklanacak bir olgu değildir. Bu huzurlu ve sakin yaşamın sürmesinde başat rol, Osmanlı bürokrasisinin gündelik hayata bakış açısında saklı. Günümüze kadar gelebilmiş pek çok hatırattan da bunu anlamak mümkün.

Hagop Mintzuri, 1890’larda daha çocuk yaşlarda Erzincan’dan İstanbul’a gelmiş gurbetçi bir ailenin en küçük ferdiydi. Babası ve birkaç akrabası ile yerleştikleri Beşiktaş’ta fırıncılık yapıyorlardı. Küçük Hagop, on yaşından beri yaşamıyla ilgili zihninde biriktirdiği tüm fotoğrafları yıllar sonra kaleme almış, 19. yy’ın sonlarına doğru İstanbul’un gündelik yaşamıyla ilgili bizlere unutulmaz bilgiler vermişti.  Hatıralarından; 1890 yılında, Beşiktaş Sinan Paşa Cami mevkiinde bulunan çarşıda, kendileri ile birlikte sadece 11 dükkânın bulunduğu ve buradaki esnaftan da sadece birinin süpürgecilik yapan bir Türk olduğu anlaşılıyor. Bahsedilen bu mekân şimdi düşünüldüğünde, yaşanan değişimin boyutlarını daha iyi anlamak herhalde mümkün. Beşiktaş ve çevresini ekmek dağıtımı sayesinde, Ortaköy ve Taksimi de devam ettiği okul sayesinde tanıyan Hagop Mintzuri, o dönemde İstanbulluların gidecekleri yere yürüyerek ulaştığını, bu sayede toplumun yaşadığı şehre karşı hissettiği aidiyet duygusunun daha küçük yaşlardan başladığını vurguluyor. Biliyoruz ki faytona binmek önce sadece padişaha ait bir hak iken zamanla bürokrat ve zengin aileler de bu araçları kullanmaya başlamış lakin erkeklerin şehir içinde ata binmeleri uzun bir süre daha mümkün olmamıştı. Fırından satın alma alışkanlığı henüz yok iken ekmekleri dağıtmak zorunda kaldıklarını anlatan Hagop Mintzuri, özellikle Müslüman ahalinin yaşadığı mahallelerdeki evlerin mahremiyeti ile ilgili şu ilginç bilgileri aktarıyor:

Bizim ekmek verdiğimiz evlerden bazıları namahremliği en ince ayrıntıları ile uygulamaktaydılar. Kadınların elleri ancak bileklerine kadar dışarı uzanırdı ve kapı aralıklarından parmakları ile ekmekleri zor tutuyorlardı. Normal duyulabilecek tonda konuşmazlar, seslerini bile gizlerlerdi. Fısıltılarından iki mi, üç mü, dört mü ne kadar ekmek istediklerini anlayamazdık…”

Zengin-yoksul iç içe bir hayat…

İstanbul’un gündelik yaşamı hakkında Mintzuri’den edinebildiğimiz bu küçük bilgi bize; İslam ahlâkının, 19 yy’ın sonlarında toplumun yaşantısına şahsiyet kazandıran önemli bir unsur olarak varlığını hâlâ devam ettirdiğini gösteriyor. Ayrıca bu ve benzeri hatıratlardan, geleneksel tüketim ile üretim ahlâkı arasında görünmeyen bir bağ olduğunu, israfın kozmopolit toplum yapısı içerisinde herkes için günah sayıldığını da anlamak mümkün. Zira Mintzuri’nin de bahsettiği gibi zengin ve fakir aileler aynı mahallelerde kader ortaklığını devam ettirmekte en azından bir süre daha ısrarcı olmuşlardı. İlginç olan bir diğer husus da Müslüman nüfusun, Ermeni bir fırıncıdan ekmek almakta herhangi bir çekincesi ya da bir itirazının olmaması ki bu durum yukarıda bahsettiğimiz huzurlu ve sakin yaşamın tezahürü olarak karşımıza çıkmakta.

Hagop Mintzuri’nin verdiği bilgilerden biri de o yıllarda İstanbul’un sadece dörtte birinin Avrupai kıyafetler giydiği, geri kalanının kendi milli ve yöresel giysileriyle dolaştığıdır. Mintzuri, küçükbaş hayvanlarını Beşiktaş, Ortaköy ve Kuruçeşme tepelerinde otlatmaya götüren yerel kıyafetli Arnavutların bir kelime bile Türkçe bilmediğini, birçok gayr-ı müslim esnafın da hiç Türkçe konuşmadan ticaretini yürütebildiklerini hafızasında kalmış hoş bir hatıra olarak bizlere anlatıyor.

İranlı bir milyoncular…

Eski İstanbul’un gayr-ı müslim esnafı ticarette çok etkin bir rol oynamaktaydı. Midye dolması ve söğüş satıcılığının yanında fırıncılık yapan Ermeniler, limon ve deniz mahsulleri satan Museviler, mahalle köşelerinde bakkaliye işleriyle ilgilenen Karamanlı Rumlar bunların en başında geliyordu. İki asırdan daha fazla bir süre önce Mahmutpaşa’da, İstanbul’un ticaret hayatının renkli simalarından biri de İranlı mezatmalcılardı. “Ne alırsan bir kuruş”  sloganıyla envai çeşit ürünlerini satmaya çalışan gurbetçi İranlılar için İstanbul bir müddet sonra kendi vatanları haline gelmişti. İmparatorluğun âlicenap milletti de onları bağrına basmış ve hiçbirine saygıda kusur etmemişti.

İranlı mezatmalcıları İstanbul’un birçok yerinde görmek mümkündü.  İki kişi halinde dolaşan mezatmalcılar; sedyeleri üzerinde, günümüzde “bir milyoncular” şeklinde tabir edilen dükkânlarda görebileceğimiz birbirinden alakasız çeşitli malları satıyorlardı. Birinin bağırarak müşteri çekmeye çalıştığı diğerinin de mallarla ilgilendiği bu mezatmalcılarda, tuvalet eşyasından boyalı lavantalara, oyuncaktan dikiş malzemelerine kadar her türlü ürün bulunmaktaydı. O yıllarda sadece İranlılara mahsus bu pazarlama yöntemi ile satışa sunulan malların her birinin fiyatı bir kuruştu. Mahmutpaşa semtinin hemen hemen her bölgesinde görülen mezatmalcıların bir özelliği de hiç durmadan bağırmalarıydı. Diğer yerleşik esnafı da canından bezdiren bu “bir kuruşçular“ yaptıkları gürültüden dolayı bazen kavgaların yaşanmasına neden oluyordu. Buldukları yeni satış stratejisi ile iyi para kazanan gurbetçiler bir süre sonra İstanbul’un daha kalabalık bölgelerinde de görünmeye başladı. Tabi bu kazancın farkına varan Türk seyyar satıcılarda aynı yöntemle piyasaya girmekte gecikmedi. Bunun dışında İstanbul’da, neredeyse her caddeye tütün, tönbeki ve gazete satan dükkânlar açan İranlılar, gurbet psikolojisi olsa gerek ayrı bir eve çıkmaya lüzum görmediklerinden dükkânlarında yaşamayı tercih ediyordu. Nakliyatçılıkla ilgilenen İranlılar ise merkeplerle uzun kafileler halinde inşaatlara tuğla, kireç ve harç taşıyarak bir dönem ciddi paralar kazanmıştı.

İstanbul’da sayıları gittikçe artan İranlılar kendi hükümetlerinin de desteği ile çocukları için                    “Debistan-ı İraniyan” adı altında bir okul açmayı başarabilmiş, Osmanlı bürokrasisinin anlayışlı politikaları sayesinde eğitim hizmetinden de mahrum kalmamışlardı. Ancak yıllar geçtikçe büyük şehirlerin ticaretine bir zamanlar çok fakirlik çeken Museviler damgasını vurdu. İranlı nüfus ise giderek azaldı, kalanların çoğu da buradan evlenerek bir daha kendi memleketine geri dönmedi.