Osmanlı maliyesi, bilhassa 19. asırdan itibaren zor zamanlar yaşamış, borçlarını ödeyemez olmuş, maaşların dağıtılmasında dahi sıkıntılar yaşamıştı. Üst düzey bürokratların israfa varan harcamaları da bu kötü duruma eklenince devlet, mali anlamda tam bir çıkmaza girmiş, alınan tedbirler de ne yazık ki bir çözüm olmamıştı.
Özellikle Tanzimat ile başlayan borçlanma ve israfa varan bazı harcamalar devletin mali açıdan iflasın eşiğine gelmesine neden oldu. Hatta bu yüzden Sadrazam Mahmut Nedim Paşa’nın sadareti zamanında devlet, borçları ödeyemeyeceğini açıklamış ve moratoryum (borçların tamamının veya bir bölümünün, belirli bir süre için ödenemeyeceğini bildiren resmi duyuru) ilan etmek zorunda kalmıştı. O dönemde ekonomiyi düzeltmek adına tasarruf amacıyla Bâbıâli’de Tensikat ve Tasarrufat Komisyonu kurulmuş, pek çok görevli işinden edilmiş, 100 kuruşun üzerindeki maaşların %5’ine hazine adına el konulmuştu. Padişah, memurların şahsı ve memuriyetleri hakkında mümkün olan tasarrufa dikkat ve riayet etmeleriyle ilgili bir Hatt-ı Hümayun yayınlamış, nasıl tasarruf edileceğine dair alınan kararları bildirmişti. Vakanüvis Lütfü Efendi Sultan Abdülmecit devrindeki bu ilginç kararlardan şöyle bahsediyor:
“İşbu hatt-ı hümayun mucibince beynel-vükela icap eden tedabirin icrasına itina sırasında mücevher takımlı çubuk kullanılmaması ve memuriyet mahallerine gelen züvvara (ziyaretçi) çubuk, kahve ve şerbet getirilmemesi ve rütbe-i bâlâ ashabıyla (askeri, mülki, ilmi erkân) daha yukarı meratip ashabı kemâfissâbık (eskiden olduğu gibi) ikişer beygirli arabaya binip fakat yanlarında müteaddit hayvanlı etbâ gezdirmeyip nihayet beygirli iki adam taşıması ve rütbe-i bâlâdan aşağı olanlar üç çifte kayığa ve arabaya binmeyip iki çifte kayığa binmeleri ve bu rütbelerde bulunan memurin haremleri bir beygirli arabaya binip ve harem arabaları pek ziynet ve nümayişli olmayıp haddi itidalde olmasına karar verildi. İşbu tasavvurat arasında harem-i hümayun masarifi nezaretine evkaf-ı Hümayun Nazırı Esseyyit Rıza Efendi tayin kılındı.”
Bunun dışında merkezi idare, taşrada görev yapan askerden din adamına en küçük memurundan en büyüğüne kadar tüm devlet görevlilerine yönelik “alınması yasak olan ve olmayan hediyeler nizamnamesi” yayınlamış, tasarruf tedbirlerini açıkça sıralamıştı. Aslında Lütfi Efendi’nin bu kaydından devrin bürokratlarının israfa kaçan harcamalar yaptıklarına dair ipuçlarını görmek mümkün. Lakin alınan mali tedbirler o devirde çok naif kalmış, devletin mali durumu yukarıda da bahsettiğimiz gibi vahim bir hal almıştı.
Kâğıt paranın hikâyesi
Osmanlı maliyesi acil para sıkıntısı yaşadığı bu dönemlerde zaman zaman saraydaki altın ve gümüş takımları darphaneye göndererek bunlardan para bastırmıştı. Hatta III. Mustafa zamanında kaynak yaratabilmek için saraydaki değerli kitapların satıldığı da söylenir. Savaş, isyan ya da doğal afetlerde devlet, halktan bir defaya mahsus vergiler almış, açığını bu şekilde kapamaya çalışmıştı. Ancak 19. yy’in ikinci yarısından itibaren artık bu tarz vergilerin alınmasının imkânı kalmamış, mali sıkıntılar iyice artmıştı. Bürokratlar bu durum karşısında para yerine geçebilecek ve devleti biraz olsun ferahlatabilecek bir fikir ortaya attılar: Kâğıt para.
İlk kâğıt para ve ilk kalpazanlar
Osmanlı Devleti, 1840 yılında “Kaime-i Nakdiyye-i Mutebere” adıyla ilk kâğıt parayı ya da para yerine geçecek belgeyi bastı. Kaimeler aslında kâğıt paradan çok bir hazine bonosu gibiydi. Bu bonolar elle yazılıyor, üzerine resmi mühür vuruluyordu. Maliye, bonoların faizini % 8, süresini ise sekiz yıl olarak belirledi. Tabi çok geçmeden taklitleri piyasaya çıkınca devlet önlem olarak kaimelerin matbaada basılmasına karar verdi. Matbaada basılan bonoların da sahtelerini yapmayı başaran kalpazanlar yakalanınca piyasada kaimeye karşı bir güvensizlik oluştu. O dönemde yapılan incelemeler sonucu, Amerika’da basılmış sahte 120 bin liralık bonoların yurda sokulduğu anlaşıldı. Kaime sahiplerinin bu durumdan kaynaklanan mağduriyetini önleyebilmek için devlet, iane toplanmasına karar verdi. Bu ianeler sayesinde 1852 yılında sahte bonolar piyasadan toplatıldı ve hepsi Beyazıt Meydanında, halkın huzurunda yakıldı.
Dış borç almak zorunda kaldık
1853-1856 Kırım Savaşında maliye, savaş masraflarını karşılamak için “Ordu Kaimesi” adıyla kâğıt para basmak zorunda kaldı. Ancak kısa süre içerisinde bu paraların değeri, savaşta müttefikimiz olan İngiliz ve Fransız askerlerinin beraberlerinde İstanbul’a getirdikleri altınların piyasada yer almaya başlamasıyla düştü. Bu altınlar arasında çarşıda pazarda en sık rastlanılanı Napolyon altınıydı. Bugün bile bu altını İstanbul’da bulmak mümkün. Galata sarraflarının o yıllarda ordu kaimelerini toplayıp daha sonra pahalıya satmaları da hazineyi zor durumda bırakıyordu. Devlet daha fazla kaime basarak ordunun ihtiyaçlarını karşılayamayacağını anlayınca dış borç alma yolunu denedi. 1854 yılında Mısır’ın vergi gelirleri teminat gösterilerek İngiltere’de Palmers Brothers adlı bir bankadan 3 milyon sterlin borç alındı.
Doksan üç Harbi diye bildiğimiz 1876-77 Osmanlı-Rus Savaşı Osmanlı maliyesini derinden sarsan bir diğer savaştı. Devlet aynı Kırım Savaşında olduğu gibi bu savaşta da “93 Kaimeleri” adıyla hafızalarda kalmış paraları bastırdı. Ancak hem savaşın kötü gidişatı hem de sahte paraların piyasada dolaşması nedeniyle kaimelere kimse itibar etmedi. Maliye tütün ve ispirtolu içkilere zam yaparak piyasaları rahatlatmaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Toplanan 93 Kaimeleri, bir kez daha Beyazıt Meydanında halkın huzurunda demir kafesler içinde yakıldı.
1915 yılına gelindiğinde ise maliye bürokratları kara kara I. Dünya savaşının harp masraflarını düşünüyordu. Kaime basılamazdı, halk rağbet etmiyordu. İngiltere ve Fransa’dan borç istenemezdi, savaşta rakip devletlerdi. Son çare, savaşta müttefikimiz olan Almanya’dan yardım almaktı. Alman hükümeti ile altı buçuk milyon altın lira borçlanma konusunda anlaşmaya varıldı. Bu paralara karşılık kâğıt banknotlar basılacaktı. Ancak savaşın tahmin edilenden uzun sürmesi Osmanlı hazinesinin yeniden sıkışmasına neden oldu. Artık Almanya’nın da borç verecek durumu yoktu. Devlet en sonunda altın karşılığı olmayan kâğıt paralar basmak zorunda kaldı. I. Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Osmanlı’da kâğıt para miktarı 155 milyon liraya kadar yükseldi. Tabi bu durum hem kâğıt paraların değerinin düşmesine hem de enflasyonun önlenemez bir şekilde artmasına neden oluyordu. Bu arada hükümet bir tedbir olarak iç borçlanma yoluna gidilmesine karar vererek tahvil çıkarmaya başladı. Üstelik çıkartılan tahvillerin rağbet görmesi için kampanyalar yapıldı, konferanslar verildi, reklamlar yapıldı. Nihayetinde yaklaşık 180 milyon lira tutarında tahvil satıldı. Halkın tahvillere gösterdiği bu ilgiden şunu anlıyoruz ki, insanlar ya da kurumlar aslında bu tahvilleri alarak kazançtan çok imparatorluğun itibarını kurtarmak istemişlerdi. I. Dünya Savaşının sonucu ise herkesçe malum. Savaştan sonra yeni kurulan Cumhuriyet idaresi de bir müddet daha Osmanlı maliyesinin uygulamalarını devam ettirmiş paranın değerinin düşmemesi için tedbirler almaya çalışmıştı.