Osmanlı İstanbul’unda işçi olmak

Osmanlı Bürokrasisi içtimai hayatı azami düzeyde kontrol altında tutmak için hem memurlarına hem de mahalle sistemi içerisindeki yerleşik sakinlerine sorumluluklar yüklemişti. Merkezi idare bu sıkı denetim mekanizmasıyla şehir-taşra nüfusu dengesi üzerinden hayatın ahengini muhafaza etmenin peşindeydi. Devletin sağladığı imkânlarla sakin bir yaşam süren Osmanlı toplumunun kimyasını bozabilecek hadiselerin başında uzun süren savaşlar, ekonomik sıkıntılar ve göç hareketleri geliyordu. Bilhassa taşradan payitahta iş bulma umuduyla gelen işçiler şehir bürokrasisi için adeta sosyal birer tehdit olarak algılanıyor,  sıkı takibata uğruyorlardı.

İstanbul’a kefilsiz girmek imkânsız

Osmanlı Devleti, Anadolu’dan İstanbul’a çalışmak için gelen işçileri asla başıboş bırakmamış, yayınladığı nizamlarla sıkı kontrol altında tutmuştu. Geçmişte elini kolunu sallayan herkes İstanbul’a gelemez ve yerleşemezdi. Şehirde çalışmak isteyen ameleler ilk olarak zabıta amiri olarak bilinen Bostancıbaşı tarafından denetlenir ve kayda alınırdı. Burada dikkat çeken husus; çalışmak isteyen herkesten edep sahibi olduklarına dair bir kefil göstermelerinin istenmesiydi. Kefil olanlara da ağır sorumluluk yükleyen devlet bu uygulamayla zincirleme bir otokontrol mekanizması kurmuş oluyordu.

İstanbul’un ihtiyacını karşılayan tüm sektörlerde çalışan işçi sayısını sınırlı tutan devlet, kimsenin fazladan ırgat çalıştırmasına müsaade etmezdi. Acil işçi ihtiyaçları kâhyalar marifetiyle merkeze bildirilirdi.  Taşradan gelen ameleler Bostancıbaşı Köprüsünde (bugün Bostancı semtinde), Rumeli’den gelenler ise Küçükçekmece Köprüsünde Bostancı Ocağına mensup görevliler tarafından karşılanır, hangi iş için geldikleri, kendilerine kimlerin kefil olduğu ve nerede kalacakları sorulurdu.  Bu sorulara doğru dürüst cevap veremeyip kaydını yaptıramayanlar kesinlikle şehre sokulmazdı.

İstanbul’daki işçi sayısı sınırlı tutulduğundan özellikle inşaat işlerinde adam bulmak zordu. Amelenin günlük yevmiyeleri İstanbul Kadılığı tarafından belirlenmesine rağmen bazı işverenlerin kolay adam bulabilmek için el atından fazla para verdikleri bilinen bir husustu. Devlet, yaptırdığı inşaatlarda bu yolu seçemeyeceği için miri yapıların tamamlanması uzun süreleri alabiliyordu. Hatta bunun için 1585 yılında bir ferman yayınlanmış, fazla yevmiye veren yapı sahibi ile fazladan para alan işçinin cezalandırılacağı bildirilmişti. Bürokrasi şehirde yürütülen imar faaliyetlerinin sekteye uğramasını bu kararla engellemeye çalışmıştı.

Her ayrıntı kayıt altında

Osmanlılar 19. yy’in ilk yarısında şehirde “bekâr uşağı” adı verilen tüm ırgat, amele, işçi ve rençperlerin denetimini ihtisab ağalığına (şehir idaresi) vermişti. Hazırlanan ihtisab ağalığı nizamnamesinden, devletin içtimai düzeni sağlama konusunda ne kadar hassas davrandığını görmekteyiz. Nizamnameden anladığımız kadarıyla; İstanbul’da nüfusun artışı kesinlikle mahzurlu görülmekteydi. Reaya, Anadolu veya Rumeli’den İstanbul’a, ya bir işinin görülmesi için ya da çalışmak için ancak geçici olarak gelebilirdi. Boğaziçi iskelelerinde ne kadar kayıkçı, hamal varsa; dükkânlarda ne kadar esnaf, çırak; hamamlarda ne kadar tellak varsa ihtisab ağalığı ve kadıların gözetiminde kefilleriyle birlikte yüz şekilleri de tasvir edilerek defterlere kaydedilirdi. Kefillerin kefaletlerini ihtisab ağalığına gelerek tasdik etmeleri zorunluydu. İşsiz gençler, hangi dükkânda çalışacak, hangi hamamda tellaklık yapacak ya da hangi iskelede hamallık yapacaksa kefili ile birlikte ihtisab ağalığına gelir, daha evvel kayıtlı olan işverenin isminin altına adlarını yazdırırdı. Eğer işverenin yeteri kadar çalışanı varsa fazlasına müsaade edilmez, gençlere başka iş bakmaları tembihlenirdi. Meslek gruplarının kethüdaları, kâhyaları veya yiğitbaşıları, fazla işçi çalıştırılmasına göz yumdukları takdirde cezalandırılacaklarını çok iyi bilirlerdi.

Taşradan İstanbul’a gelmek isteyen bir kimse geliş nedenini muhakkak memleketinde mürur tezkiresine (seyahat izin belgesi) yazdırmalıydı. Mürur tezkirelerinden, İstanbul’a gelmek isteyen şahısların ismi, mesleği, ne maksatla geldiği, hangi semte gitmek istediği, ne zaman geldiği kontrol edilir, görevliler tarafından defterlere tek tek yazılırdı. Bu defterler haftalık olarak hazırlanır, daha sonra Eminönü’ndeki ihtisab ağalığında Anadolu ve Rumeli adıyla iki büyük deftere daha kayda geçirilirdi. Şehre girmek için kontrol noktasına gelmiş kılık kıyafeti uygunsuz, serseri tipli gençler ise ihtisab ağalığında sorguya çekilir, mürur tezkiresi iyice kontrol edilir, eğer gerek görülürse memleketine geri gönderilirdi. Tekrar gelmemesi için Sadrazam tarafından vali ve mutasarrıflara, Şeyhülislam tarafından da kadı ve naiblere mürur tezkiresi verilmemesi konusunda talimatlar verilirdi.

İstanbul’dan ayrılmak bir meseleydi

İstanbul’a gelip kaydolan bekâr gençlerin barınma ihtiyaçları, uygun semtlerde tahsis edilen hanlar marifetiyle sağlanıyordu. Aksi takdirde birkaçının bir araya gelerek kendilerine istedikleri yerlerde bekâr odaları ayarlamalarına izin verilmez, sabah iş – akşam han sistemiyle sıkı kontrol altında tutulurlardı. Ege adalarından gelenlerin Anadolu halkıyla iyi geçinemedikleri tecrübeyle sabit olduğundan bunların ayrı hanlarda kalmaları için bir ayarlama yapılırdı. Ayrıca yanında ateşli silahı ile gelmiş olanların fişeklerini görevlilere teslim etmesi şarttı. İstanbul’dan memleketine dönecek olan işçilerin ise mutlaka kadılıktan mürur tezkiresi alarak ihtisab ağalığında bulunan kayıtlarını sildirmeleri gerekmekteydi. Bunu yapmayanlar, firari kabul edilerek suçlu muamelesi görüyor, şehirden çıkmak için gerekli izni de alamıyorlardı. Çalışırken vefat eden gençlerin kaydının silinmesi de kefilinin ve işvereninin sorumluluğundaydı. Şimdiye kadar saydığımız ihtisab ağalığına ait bu yetkiler daha sonra kurulan şehremanetine (belediye) geçmiş, İstanbul’da çalışan işçiler şehremanetinin nezaretine bırakılmıştı.