Osmanlı hazinesi, devletin en güçlü olduğu dönemlerde savaş ganimetleri, yabancı devletlerden gelen hediyeler, bin bir çeşit kıymetli mücevherler vb. daha pek çok paha biçilemez eşya ve paralarla dolu idi. Lakin bu zenginlik devletin inkıraz devrinde yavaş yavaş erimeye başlamış, verilen ihsan, in’am, hediye ve israflarla hazinenin içi boşalmaya yüz tutmuştu. Hatta bazen öyle zamanlar olmuştu ki para kestirilmek üzere hazineden değerli eşyalar darphaneye gönderilmiş ve bu surette birçok sanat eserine yazık edilmişti.
Tahta çıkan her padişahın hazine dairesini ziyaret etmesi bir saray geleneği olarak devam etmekteydi (Sultan II. Mahmut’un 1816 yılındaki hazine ziyareti Hızır İlyas Efendi Tarihi’nde geçmektedir). Âdet haline gelen bu ziyaretlerde sandık ve ambarlarda saklanan kıymetli eşyalar birer birer açılarak sultana gösteriliyordu. Sultan Abdülmecit, hazine ziyaretlerini kolaylaştırıp zamandan tasarruf etmek için bir kısım eşyanın açık bir şekilde teşhir edilmesini emreden ilk sultandı. Bu arada hazinede korunan değerli parçaların hangi devirlere ait olduğuna dair kayıtların rivayete bağlı bir şekilde tevarüs etmesi bazı kronolojik hataların da doğmasına neden oluyordu. Örneğin Üçüncü Ahmet’e ait olduğu düşünülen tahtın hazinenin müze olmasından sonra Birinci Ahmet’e ait olduğu tespit edilmişti. Osmanlı’nın son döneminde çok önemli parçaların yer darlığından olsa gerek sarayın farklı yerlerine konulduğu da biliniyor. Nitekim Dördüncü Murat’ın fildişi kakmalarla süslü tahtı Enderun mektebinin bodrumunda, tahtın zemin tahtası da tesadüfen mutfakhanede bulunmuştu.
Sandıklar Konya’da
1.Dünya Harbinin sıkıntılı zamanlarında, bilhassa boğazların zorlandığı günlerde Osmanlı hazinesi, paketlenerek Konya’ya taşındı (Mabeyn Baş Kâtibi Ali Fuad Bey’den öğreniyoruz). Korunması için de Maiyeti Seniyye Bölüğü Müfrezesi’nden on askerin Konya’da kalması kararlaştırıldı. Hazine ancak İstiklal Savaşımızdan sonra Konya’dan İstanbul’a getirilebildi. Lakin bu sefer İcara Vekilleri Heyeti (hükümet) 1923 Ocak ayında hazine ve bazı eşyaların Ankara’ya gönderilmesine karar verdi. Konya’dan ambalajlar içinde gelen eşyalar hiç açılmadan Ankara’ya, meclisin yanında bulunan cephaneliğin deposuna taşındı. Burası yeterli gelmeyince bir kısmı Cenabî Ahmet Paşa Camisine yerleştirildi. Eşyaların muhafazası da Hazine Müdürlüğüne tevdi edildi.
Avrupa’ya satılıyordu
Cumhuriyetin ilanı ve halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte Topkapı Sarayı’nın müze haline getirilmesine karar verilince İstanbul Müzeler Müdürü Halil Ethem Bey hazinenin asıl mekânına yani saraya intikalini istemiş ama bu talebi kabul edilmemişti. Hatta Ankara’da halka açık bir alanda bu eserlerin teşhir edilmesi hususu gündeme gelmişti (İstanbul’a gelen Recep Peker saraydaki diğer eşyaları da Ankara’ya götürebileceklerini Ethem Bey’e ima etmişti). Ancak Ethem Bey’in inat ve sabırla yürüttüğü çaba, akrabası olan Fethi Okyar’ın da desteklemesiyle sonuç vermiş, içinde birçok yazma eser olan sandıklar İstanbul’a getirilmişti. Bu arada Cumhuriyet bürokrasisi hazinenin peşini bırakmıyor, 1927 yılında değerli eşyaların satılmasını da gündeme getiriyordu. Bu durumdan haberdar olan Avrupa’daki bir takım şirketler durumdan istifade edip alelacele eksperlerini Türkiye’ye yollamıştı (bilhassa Fransızlardan bu konuda uzman göndermelerini resmi olarak biz istedik). Altı asırlık imparatorluğa ait paha biçilmez hazinenin satış kararına karşılık Müzeler Müdürü Ethem Bey Ankara’ya “hazine eşyalarının satılması benim için bir manevi ölümdür” mesajı göndererek emekliliğini istedi. Devlet erkânı, bir süre sonra satılığa çıkartılacak mücevherlerin varislerinin sonradan dava açma ihtimaline karşılık bu işten vazgeçmiş, hükümet 24 Ekim 1928 yılında sadece tarihi kıymeti olmayan eşyaların satılabileceğinin kararını vermişti. Bu karardan sonra daha evvel değeri belirlenmiş kıymetli parçalar maliyeye gönderilerek kasalara konuldu. Kasa anahtarlarından bir kısmının makam değişiklikleri sonucu kaybolması eşyaların kontrolünü zorlaştırsa da denetim işi bir epey bir zaman sonra sistematik hale getirilebildi.
Hazine açılıyor
1951 yılında Osmanlı Hazinesinin sayımı merasiminde Meclis Başkanı, Maliye Bakanı, Milli Eğitim Bakanı, Adalet Bakanı gibi üst düzey devlet erkânı hazır bulunmuştu. Yer seviyesinden bir hayli aşağıda olan Merkez Bankası kasa dairesinde toplanan hâzirûn anahtarlarla kasayı açarak raflar üzerinde yerleştirilmiş mücevher kutularını inceledi (Ankara’da kasa anahtarlarının kaybolması kısa sürecek bir krize neden olmuştu). Açılan kutulardaki kıymetli eşyalar uzmanlar tarafından tek tek sayılarak daha evvelki kayıtlarla örtüşüp örtüşmediği kontrol edildi. Bu ana şahitlik eden devlet ricalinden bir kısmı hatıra olsun diye mücevherlerle birlikte fotoğraf çektirmeyi ihmal etmedi. Pırlanta yüzükler, değerli taşlarla bezenmiş küpeler, yakut ve zümrütle müzeyyen kolyeler, Sultan Birinci Ahmet ve Sultan I. Abdülhamit’in Kâbe için gönderdikleri altın ve pırlantalarla donanmış askılar gerçekten görülmeye değer parçalardı. Bunun dışında Kevkeb-i Dürri, Şebçerağ ve Kaşıkçı elmasları da göz kamaştırıyor, meraklı bakışlar altında elden ele dolaşıyordu. Kasaların birinden de kilolarca ağırlıkta altın şamdanlar, elmaslarla süslenmiş kahve takımları çıkmıştı. Sayımdan sonra hazineler devlet erkânının huzurunda tekrar kasalara konularak işlem bitirildi.
Topkapı Sarayından Ankara’ya getirilen bu hazinenin bir ara halka teşhir edilmesi, filmlerinin çekilerek Amerika’ya gönderilmesi meselesi konuşulmuş lakin bu gerçekleşmemişti. Oradan oraya savrulan, il il gezdirilen, bir ara satılması düşünülüp Merkez Bankası kasalarında bekletildikten sonra 1950’li yılların sonunda tekrar yuvasına, Topkapı Sarayına dönen Osmanlı Hazineleri yorgun ama meraklıları için bugün hâlâ dimdik ayakta.