Arada bir tıkanıyorum ne yazsam diye. Hırvatistan Cumhurbaşkanı’nın Türkiye ziyaretini mi? Sanki dış politikasından anlıyormuşum, millet edebiyatçıyı siyaset bilimci zannetsin. Küresel ısınma sorunu mu? Hani, bu konuyu anlatan birkaç uluslararası raporunu inceleyip kendim hüküm vereyim. Filistin, Kudüs meselesini mi? Acımasına acıyor, incitiyor, fakat kimseye faydası olur mu? Afrika’daki açlığı mı? Yazım bir aç ve susuz çocuğun açlığını, susuzluğunu durduracak mı? Milletin gözüne insani görüneyim. Devlet kurtarıcılığı mı yapayım, Türkiye halkına ve yöneticilerine mi akıl vereyim? Kendimi büyük göstermek için başkalarını mı küçümseteyim, kendimi bilgili göstermek için etrafımdakileri bilgisiz, kendimi vatansever, ötekileri hain, kendimi inançlı göstermek için gayrını inançsız? Riyalarımı rüyalarım diye kime yutturmak istiyorum? Kendime mi okurlara mı? Bu ihtiyaç, bu aşağılık nerden geliyor? Vasatlıktan derim. Hakikatimizle yalanlarımız arasındaki vasatlıktan. Orta yerden. Mesafeden. İkilikten. İkilik olunca arada boşluk var. Bu boşluğun namı diğer vasatlıktır.
Arada bir kendimizden kaçıp sırf gösteriş için bir şeyler yapıyoruz. Kendi kendimizi farklı görmek, belki daha çok başkalarına farklı göstermek için çaba sarf ediyoruz. Özellikle vasatlığımızın acımasızlığını kavrayınca. Vasatlık bu sefer orta yaştan ibaret. Veya orta yaşta birikmiş, bir araya gelmiş ve kendimizi, hep kaçtığımız aynada var olan groteskliğinde gösteren vasatlıklarımızın tümü. Orta yaş krizi diye yaşımıza kabahat yüklüyoruz. Kimimiz eski evden, kimimiz ellerimizde eskimiş arabadan, kimimiz eskimiş dostlardan, bizi bizden iyi tanıyanlardan usanıyor. Kimimiz şehrinden, memleketinden, ülkesinden usanmış, standardı, yaşamı daha güzel olanı arzuluyor. Daha doğrusu, hak ettiğini düşünüyor. Kimimiz eskimiş iş yerinden, mesleğinden, kimimiz de yıprattığı giysisinden ve giyim tarzından, kimimiz ise kendi evinde yıpratmış olduğu eşinden usanıyor. Daha doğrusu, kendisini dev aynasında görüp daha güzel bir modele yakıştırıyor. Falan üniversite yetersiz, bir üsttekine geçeyim. Falan anabilim dalı ve ders içeriğini aştım, başkasına geçeyim. Falan dergi, gazetenin tirajı küçük, daha popüler birine geçeyim. Yok matbu medya okunmuyor, televizyona geçeyim. Elimdeki hususi araç eskimiş, en iyisi cipe geçeyim. Cipin de modası geçmiş, elektriklisine geçeyim. Eşim artık beni anlamıyor, onunla fikir alışverişinde bulunmam, çok geride kaldı başka birini bulayım. Entelektüel olacak, benim fikirlerimin derinliklerine gidecek. Stüdyoda çektirdiğim köşe fotoğraflarıma hayranlıkla bakacak. Yeni bir model olsun.
O eski evimizi döşerken her mobilya parçasıyla, her bir beyaz eşya parçasıyla, her bir halıyla, her bir yemek takımıyla, her bir bibloyla, ne kadar mutlu oluyorduk. Unuttuk. Eski arabamızla pikniğe veya yıllık iznine gittiğimizde hangi şarkıları söylediğimizi unuttuk. Eskimiş bulduğumuz işe atandığımızda ne kadar prestij, ne kadar avantaj kazandığımızı düşündüğümüzü unuttuk. Her şeyi krediyle, kazanmadığımız parayla almaya alıştık. Sonra öderiz diye. Hani arzuladığımız bir nesne veya kimse için yıllarca biriktirmek nerede kaldı? Âşık olduğumuzda, aşkımızı kendimize, sonra da sevdiğimize itiraf etmek için ne kadar zamanın geçmesi gerekiyordu? Duygularımızı içimizde biriktiriyorduk. Belki de şu an yıpranmış bulduğumuz eşimize olan duygulardı. Belki de bu bizim yıprattığımız eşimize karşı beslediğimiz duygulardı. Gerçekten, aramıza bu mesafe ne zaman girdi? Birdik, iki can birden nefes alıyordu. Birdik, gülerken ve ağlarken. Ne zaman oldu, nasıl oldu? Ne zaman onun yıpranmış olduğunu anlamaya başladık? Kendimizi dev aynasında görmeye başladığımızda. Birliği unuttuğumuzda. O zaman.
Yeni bir kitap için harçlıktan belli bir miktar kenara bırakarak kitap parasını biriktiriyorduk. Bir gömlek, bir hırka, bir palto için… Şimdi al, kullan, sonra ödersin. Onu çöplüğe attığında ödemeye başlarsın. İlk başta bu nesne ve kimselere ilgi gösteriyoruz, sonra merdivenlerin altına, tavan arasına, görmeyeceğimiz bir yere atıyoruz. Kabahat tüketicilikte mi? Orta yaşta, vasatlıkta daha çok hissedilirmiş bu tüketiciliğimiz. Yoksa?
Yoksa, tekrar, bununla da, bu basit tüketicilikle mi kendimizden kaçıyoruz? Daha güzele layık olduğumuza inanarak? Bir dostumuz, bir kardeşimiz aleyhine söylenen her şeye inanıyoruz. Doğru olsa gerek diyoruz. Veya sadece omuz silkip ilgisiz bir şekilde geçiyoruz. Ölse de yaşasa da bize ne. Eskiden kanka dediğimiz kimse. Hayrını gördüğümüz kimse. Sırlarımızı paylaştığımız kimse. Onu da aştık. Yukardayız biz. Yukarda. Bizim bizimle mesafe oluşmuş. Daha doğrusu, aynamızla mesafe. Yaş ilerledikçe, gözlerimiz uzakta olanları bir tarafa, yakında olanları görmez oluyor. Uzağı görebiliyoruz deriz. Uzak, yakın diye bir şey yok. Gözlerimizin artık eskisi gibi görmediğini itiraf edemiyoruz. Orta yaştayız diye. Yok, ben size bir şey demiyorum, kendime diyorum. Olası kendime. Hâlâ bu olası kendimden, bu kendimle mesafe olacak bir “ben”den korkuyorum. Yıprattığım sevdiklerimi çöpe aldığımda ödeyemeyeceğim faizlerin gelmesinden. Kendimi yüksekte olan nesnelere ve kimselere yakıştırabileceğim bir “ben”den. İkilikten yani. Ve arada olan boşluktan. Vasatlıktan. Vasatlığa, kendi vasatlığıma yenik düşeceğimden. Kabahat içimizde. Reklamlarda gördüğümüz, gösterdiğimiz, çektiğimiz bizde. Bende yani. Kendimde. Bu yüzden senden, ondan, ötekinden yazamıyorum. İçimdeki İblis’le, faşizmle, nefretle, kinle, Trump’la, Karun’la, Firavun’la mücadele varken nasıl seninle, onunla, ötekiyle uğraşayım? Ve gerçekten, sen, o, öteki diye bir nesne, bir kimse var mı? O’ndan başka. Ben de O’na vasıl olduğumda, ancak o zaman var olacağım. Zaaflarımla, bunca kimliklerimle ve kirlerimle vasıl olunmaz ki. Yokum demek, sadece zaaflarım var.
Keşke bir fabrika ayarlarıma dönebilsem.