Ormana atılan kızlar

Bir kez daha hatırladığımız 28 Şubat süreci, kendi hikayelerini yüksek sesle dillendirenlerle, geçmişi yeniden yazanların sesleri birbirine karıştığı için hep eksik konuşuluyor. Dönemin garip, tuhaf kurgusu içinde öne çıkan manşetlerin geçen yıllar içinde layıkıyla irdelenmeyişi, gerçeklerin geri planda kaybolmasının sebebi. Başka olaylar da oldu, zamanında fark etmedik, çünkü kahramanları ailelerine zarar gelebilir diye susmaya mecbur hissettiler kendilerini.

Bir çocuk, İlknur Daşdemir, Belgrad Ormanları’nda gerçekleşen altı yedi saatlik koşusunu daha sonra unutmaya çalıştı, pek az söz etti insanlara, ailesinin başına bir kötülük gelebilir diye. Ben orada yoktum, sen de yoktun, kim bilecekti.

Bir gemi düğününde tanıştık belgeselci Fatma Aydın’la. “Şubattan Sonra” isimli 2015’de TRT’de yayımlanan belgeselinden konu açıldığında, 28 Şubat’a götüren tarihlerden birinde Belgrad Ormanları’na atılan öğrencilerden söz etti. Nasıl duymadık, niye hiç yazılmadı, bilmemek nasıl mümkün olabilir? Sadece bir okuldan yirmi kadar öğrenci, okula girerken başlarını açmak istemedikleri için bekledikleri alandan polis arabalarına bindirilerek Belgrad Ormanları’na götürülmüş, takriben beşer kilometre arayla arabalardan indirilerek ormana terk edilmişlerdi. Ders olsun, akılları başlarına gelsin, bir daha okulun önünde toplanamasınlar… Belgrad Ormanları şimdiki kadar şehre açık bir alan değil üstelik. Aydın’la konuştuktan sonra internette belgeseli buldum ve izledim. Daha sonra İlknur Daşdemir’e ulaşıp ormana terk edilme olayı üzerine not ettiğim soruları sordum. Bu yirmi iki yıl boyunca hiç mi anlatmamıştı başından geçenleri? Ormanda hiç kimseye rastlamamış mıydı altı yedi saatlik koşusu sırasında? Bir süre hep ormana atılan o çocuklarla yaşadım, gece gündüz. Korkutucu bir masaldı içinden geçilen, Fatma Aydın belgeselinde yer vermeseydi yine de bilinmeyecekti. Kurgusal suçlarla ekranlardan teşhir edilen, fadimeşahinleştirilme mizanseniyle ise vakarın sağladığı korunmadan, “mahalle sempatisinden” mahrum bırakılmak istenen genç kızlar, üzerlerine yağan tehdit ve hakaretleri ancak yirmi yıl sonra dile getirebildiler.

Başörtülü kızlar kamusal alan gibi yuvayı yeniden tanımlamanın da mücadelesini veriyorlardı. Başörtüsü ile temsil ettikleri laisist ideolojinin yok etmeye çalıştığı kimlik, özel ve kamusal çelişkisini yeniden tarifle aşmanın imkânını da yansıtıyordu. Dolayısıyla elbet siyasi iddiaları olan bu kimliği susturmanın en etkili olacak yoluydu, iffet üzerinden saldırı. Manşetlerin saldırdığı taşralı kıza mahalle halkı ve cemaat sahip çıkardı normal olarak. Bu desteği ulaşılmaz kılmanın her zamanki yöntemine başvurdu kaos operatörleri. Ekranlarda gözyaşı döken Fadime Şahin,  bir şaibenin karanlığını yükledi başörtülü öğrencilerin dünyasına. Başörtüsü, dini kisveler tarafından kolayca kandırılarak yoldan çıkabilecek kişiliğin temsili oldu bir süreliğine.

Başörtülü öğrencinin fadimeşahinleştirilmesi döneminde sayısı belirsiz bir öğrenci katliamı yaşandı.  Ekranlarda başörtüsünün sadece bir bez parçası olduğunu sergileyen Fadime Şahin’i izleyen mahalle halkı, Belgrad Ormanları’nın karanlıklarını aşarak evine ulaşmaya çalışan İlknur ve arkadaşları hakkında tek bir haber izlemedi. Sevda Dursun’un hazırladığı “Şubat Tutulması”, dönemin pek konuşulmamış olaylarını gün yüzüne çıkarmayı amaçlıyor. Yıldız Ramazanoğlu, Sibel Eraslan, İsmail Kılıçaslan, Selvigül Kandoğmuş Şahin, Gülçin Durman, Gülcan Tezcan, Nurcan Toprak, Beyza Karakaya, Güzide Ertürk, Güven Adıgüzel, Arzu Kadumi, İbrahim Varelci, Oğuzhan Kanat, Sevda Dursun, Kübra Güran Yiğitbaşı, Zeynep Zelan ve Saliha Sultan, Vadi Yayınları tarafından çıkarılan kitabın yazarları.  Kitaba ben de İlknur Daşkent’ten dinlediğim Belgrad Ormanları’na atılma ve oradan kurtulma saatlerinden hareketle yazdığım “Büyüsü Eksik Bir Orman Masalı” öyküsüyle katıldım.

“Sahi neydi bizim o günlerde yaşadıklarımız? Aradan onca yıl geçmesine rağmen dokunulduğunda hala kanayan onca yaramız neye tekabül ediyor?”

Zor tecrübelerin toplumsal bir olgunlaşma sağlamasında sanat ve edebiyatın rolünü hatırlatıyor Sevda Dursun, kitap için yazdığı sunuş yazısında.

Sayıları kesinlik kazanamamış bir grup çocuk öğrenci yirmi iki yıl önce uçsuz bucaksız bir ormanda, birbirleriyle karşılaşamayacağı noktalara terk edildi. İlknur, öğleye doğru atıldığı ormandan akşam karanlığında çıkabilmişti. Kimi öğrenciler ıssız sahillere atıldılar. Kendini bir fanusun içinde korumaya alarak koştu ormanda İlknur. Görmemeye, duymamaya çalışarak, acıkmayı ve üşümeyi unutarak koşmayı sürdürdü daha önce bir kez bile olsun gelmediği ormanın derinliklerinde. Hangi yöne gideceğini bilmeden sadece koştu. Ayaklarının altı parça parça olmuştu.

Bir sürü dehşet uyandıran ayrıntının yanı sıra okulların karşısına konuşlandırılmış keskin nişancılarla ilgili anlatılanlar akıl almaz geliyor, ancak bunlar yaşandı. Bu nasıl yapılabilir, sen daha küçük bir çocuksun, yetişkin bir kadın değilsin ki, sana bunu nasıl yaparlar, diye sorguladı,  ormanın –konumunu bilmediği- bir çıkışında yer alan büfenin sahibi, İlknur başına geleni anlattığında. Cebinde yeterli parası yoktu, büfe sahibi taksiye bindirip evine gönderdi.

İlknur ailesinin gösterdiği ihtimamla o travmayı atlatabildi. Yaşadığı acılar onu yas iklimine kapatmadı. Adalet arayışını kişiselleştirmedi.

Adalet, olguya her açıdan bakma hassasiyetini gerekli kılar. Geçen haftaki yazımda Kemal Tahir’in keşfettiği “Kerim Devlet” tanımını açmaya çalışmıştım. Biz “Kerim Devlet”ten ne anlıyoruz acaba… Kerim olan kişiliğimize hangi niteliklerle yansıyor?

28 Şubat’ın İslami kesimlerde açtığı yaraların kalıcı bir etkisi, komplo teorilerinin yol açtığı derin bir güvensizlik, endişe hali.

Linç kampanyaları kapımıza kadar dayanmadığında tepki vermekten uzak durduğumuz, kitlenin ahlaki erdemlerini tüketmeye yönelik büyük ahlak tuzağı. Zor zamandayız, elbette, kelimelerimiz ölçülü biçili olmalı. Fakat meselelerimizi troll diline tesliminin bu zorlukları aşmamıza yardımcı olacağı beklenebilir mi? Asıl trajik anlarda imtihan edilir adalet anlayışımız. 28 Şubat’ı doğru anladıysak, ülkemizin içinde bulunduğu zor şartlara özgü duyarlıkları kişisel hesapları için kullananların söylemlerimizi işgaline izin vermemeliyiz.