Orhan Okay, tanıdığı insanların portrelerini bir araya getirdiği Silik Fotoğraf’ların Nurettin Topçu’ya ayrılmış bölümüne şu cümlelerle başlar: “Nesillerimiz bir buçuk asırdan beri bitmez tükenmez ideoloji kavgaları içinde geçiyor. Tanzimat’la beraber bir Doğu-Batı mücadelesi şeklinde başlayan bu kavga günümüze kadar dallanıp budaklanarak milletimizi uzlaşmaz cephelere ayırmıştır. Solcu, sağcı, milliyetçi, hümanist, ilerici, gerici, ruhçu, maddeci, liberalist, sosyalist, komünist, ırkçı, Turancı, Kemalist… Üstelik bütün bunların kendi içlerinde bölündükleri siyasi ve ideolojik tarikatler, çok defa bir kavram kargaşalığıyla, genç nesilleri ya bunaltmış, bocalatmış veya şuursuzca bunlardan birine yahut ötekine sürüklenmiştir…” Kuşku yok ki bu cümleler yalnızca birer tespit değil, aynı zamanda bir tanıklıktı. Orhan Okay Hoca, edebiyata adanmış yılları boyunca hayatın ne denli kısa ve sanatın ne denli uzun olduğu idrakiyle hareket etti. Yukarıdaki satırlarda, nesillerimizin zaten kısacık olan ömürlerini bir verime dönüşmeyen beyhude tartışmalarla geçirmesinden ötürü eseflenen bir âlimin uyarısı da saklıydı.
Orhan Okay, Ocak ayının ikinci cumasında, 86 yaşında İstanbul’da vefat etti. Vefat ettiği günün Türkiye portresi, Nurettin Topçu’nun portresinin girişine yazdığı cümlelerden pek de farklı değildi. 2017’nin Ocak’ında da Türkiye, artık kadim bir hal almış Doğu-Batı tartışmasına koşullara uyarlanmış yeni kavramlarla devam etmekteydi. Ancak hoca ne de olsa Yahya Kemal soyundandı. Yahya Kemal ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı yıllarında iyi edebiyattan, sözün gücünden ve Türkçenin kumaşından ödün vermemiş, böyle yaparak istiklalimizden hiçbir şüphelerinin olmadığını göstermek istemişlerdi. 1921’de çıkardıkları Dergâh Dergisini okuyanlar, o ölüm kalım yıllarında Yahya Kemal’lerin, Ahmet Haşim’lerin, Mustafa Şekip’lerin, Abdülhak Şinasi’lerin iyi edebiyat yapmaktaki ısrarları karşısında şaşkınlık yaşar. Bunun sebebi, memleketin ahvaline sırtlarını dönüp kendilerini yazıya vermeleri değil, en zor koşullarda bile sözün asaletini koruyarak, geleceğe gösterdikleri inançtır. Düşman yurdu ne kadar zorlarsa zorlasın, edebiyat ağırlığından ödün vermemiş, bu yolla belki de direnişlerin en zorunu yapmıştır.
Vefatının ertesi günü Fatih Camii’nde Hoca’nın cenaze namazı için hazır bulunan topluluk, onun gerginlikler ve çatışmalarla dolu on yıllar boyunca tıpkı ilk Dergâhçılar gibi davrandığının bir fotoğrafı gibiydi. İstanbul’dan ve Türkiye’nin başka illerinden edebiyat akademisinin önemli isimleri, o gün orada hocalarına karşı son vazifelerini yerine getirmekteydiler. Her birinin hikâyesinde Orhan Okay’ın katkısı vardı. Öğrencilerinin neredeyse tamamı, zihinsel olarak ‘merkez’de duran, uçlara savrulmayan, itidal sahibi ve ‘kültür’ün tarih yapıcı rolünü kavramış insanlardı. Onlara bakınca hocanın mirası daha net görülebiliyordu. ‘Bilgi’ ile sınırlı olmayan bu miras, doğuya ve batıya savrulmaktan yorgun düşmüş Türkiye’nin hem özü hem de közüydü. Orhan Okay; Tanpınar, Nurettin Topçu ve Mehmet Kaplan gibi hocalardan devraldığı bu köz küle dönmesin diye ömrü boyunca hem çalıştı hem de öğrenci yetiştirdi. Kuşku yok ki onun en önemli vasıflarından biri, edebiyata gönül vermiş talebelerini siyasetin hırgüründen mümkün olduğunca uzak tutmasıydı. Türkiye adını verdiğimiz bahçeyi en iyi koruyacak olanlar da “dil bekçileri” değil miydi zaten?
Orhan Okay vefat edince, son yıllarda hiçbir ölümün hissettirmediği bir boşluk hissettim. Öğrencisi değildim, bazı karşılaşmalar dışında hocayla yakın bir tanışıklığım da olmadı. Hissettiğim boşluk, şahsi bir tanışıklıktan kaynaklanmıyordu. Ama hepimiz onun hem bir insan hem de edebiyat âlimi olarak durduğu ve tuttuğu yerin farkındaydık. Hoca, incelmiş şehir kültürümüzün canlı örneğiydi; doğuya ve batıya meyletmek yerine her ikisinin imkânını da yerli bir kafada mezcetmeyi bilmişti; gösterişten uzak bir dindarlığın nasıl yaşanabileceğini yaşayarak göstermişti; titizliği, bıkmadan çalışması, kaynaklara hâkimiyeti, sabır ve ısrarıyla özenilecek bir ilim adamıydı; sadece iyi hocaların elinde yetişmemiş kendisi de öğrencileri için iyi bir hoca olmuştu; Anadolucuydu, İstanbul’da doğup büyümesine, İstanbul’da tahsil görmesine rağmen hayatının 30 yılı aşkın dilimini Erzurum’da geçirmişti; tarihin bize yalnızca mimari bir mirasının değil, bir insan mirasının da olduğunu ona bakarak görmek mümkündü. Hoca öldüğü gün Türkiye, bu insan mirasını çoğaltamamanın, evin, şehrin, bilimin, siyasetin merkezi haline getirememenin sıkıntılarını yaşıyordu aslında. 2017’nin Ocak’ında yalnızca bir edebiyat âlimini ve iyi bir hocayı değil, çıkış yolumuz olabilecek bir insan tipinin son numunelerinden birini daha kaybetmiş olduk. Ölümü, anlayanlar için bir uyarı gibiydi. Kendisini rahmetle anıyoruz.