Bu gün Ömer Seyfettin’in bir sahibi var mı? Aslında soruyu geriye doğru götürüp, genelleştirerek sormak da mümkün: Ömer Seyfettin’in bir sahibi oldu mu? Onun, siyasi dengelerden ötürü “resmi” yollarla gündemde tutulmaya çalışılmasını, bu sebeple bir vakitler ders kitaplarına “And”, “Kaşağı” gibi hikâyelerinin konulmuş olmasını ya da “milliyetçilerin adamı” muamelesi görmesini kastetmiyorum elbette. Muhtemelen bu tablo Ömer Seyfettin’e zaten mesafeli duran çevreler için, “vasıflarına uygun bir muamele” olarak değerlendirildi. Bu büyük ülkü adamı ve Türk hikâyecisi, bir zamandır Gönen Belediyesi ile bir iki edebi mahfilin yılda iki kez hatırlatmaya çalıştığı bir mezarlık figürüne indirgenmiş görünüyor. Bir kez doğduğu için doğumu, öldüğü için de ölümü kutlanan bir figür. “Büyük tarihimiz” üzerine çok konuşulan bir dönemde ne hikmetse Ömer Seyfettin’in tarihi hikâyeleriyle ilgilenen pek yok; siyasilerin ilgi alanına girmiyor, sinemacıların da öyle. Akademi ise ondan, “olay hikâyesi”nin edebiyatımızdaki temsilcisi olarak bahsediyor, o kadar. Ve öyle görünüyor ki “edebi kamu” Ömer Seyfettin’de “piyasa”ya sürebilecek “etnik ve ideolojik” bir malzeme bulamıyor…
Ömer Seyfettin’in hayatı hakkındaki en kapsamlı çalışmayı Tahir Alangu yaptı. Ama o da, edebiyatımızdaki iyi örneklerden biri olan bu biyografinin adında bir çerçeveleme ihtiyacı duyar: “Ülkücü Bir Yazarın Romanı.” Yine de hakkını teslim edelim; Alangu, Ömer Seyfettin’nin hayatını neredeyse bütün ayrıntılarıyla kayıt altına almış, bunu yaparken de olabildiğince tarafsız davranmıştır. Halen daha “olay hikâyecimiz” üzerine kaleme alınan en geniş eser Tahir Alangu’ya aittir. Ki yazar bu işe soyunduğunda, Ömer Seyfettin’in yakın arkadaşı Ali Canip tarafından kaleme alınmış ve “öldüğü günden beri tekrarlanan birkaç sayfalık terceme-i halden” başkaca bir kaynak bulamamıştır. Bu kısa sürmüş fırtınalı hayatın ayrıntılarını toplayıp bir araya getirmek hiç de kolay olmayacaktır. Hikâyeleri üzerine yapılan tartışmalar da Alangu’nun dikkat çektiği bir başka noktadır. Kitabının girişinde şöyle der: “Ömer Seyfettin’nin hikâyeciliğini anlamak, kişilerini temalarına, sanatına işleyebilmek için yirminci yüzyılın ilk yirmi yılı içindeki tarihi olayları gözden geçirmek, Trablusgarp, Balkan, Birinci Dünya Savaşı olaylarını, imparatorluk yıkılırken Türk aydınlarının ruh ve düşüncelerini, politik akımlarını izlemek gerekiyor…”
Tahir Alangu’nun sıraladığı bu olaylar Ömer Seyfettin’nin kısacık hayatının büyük sahnesinde gerçekleşmiştir. 1884’te dünyaya gelen ve 1920’de ölen bir Türk, hele hadiselerin merkezinde ve askerse, Trablusgarp’ın elden çıkışını; Balkan Savaşlarının hezimetini; çaresizlik içinde Anadolu’ya göç etmeye çalışan Müslüman ahalinin sefaletini; ordunun içine düştüğü utanç verici hali; Birinci Cihan Harbi’nin o parlayıp sönen ışığını; Çanakkale’den, Galiçya’dan, Basra’dan, Filistin’den ve Arabistan’dan gelen haberleri otuz altı yıllık ömrünün ağır yükü olarak taşımaya mecburdur. Gönen’de bir asker çocuğu olarak dünyaya gelen ve kendisi de asker olan Ömer Seyfettin, Balkanlar’da başımızdan geçen felaketlerin bizzat şahidiydi. Hikâyeci bu savaşlar sırasında esir de düşmüş, esaret altındayken yaşadıklarını günlüklerine kaydetmeyi ihmal etmemişti. Ömer Seyfettin’in “Beyaz Lale”, “Primo Türk Çocuğu” gibi hikâyeleri, vatandan bir parça kaybettiğimizde başımıza nelerin geleceğini anlatan birer belge ve hala yası tutulmamış bir soykırımın edebiyat aracılığıyla geleceğe aktarılmış sahneleridir…
Üç yıl önce bir vesileyle Selanik’e gitmiş, şehrin sahilindeki Beyaz Kule’nin önünde durmuş ve orada hem Ömer Seyfettin’i hem de bu seyahatten kısa bir süre önce yeniden okuduğum hikâyelerini düşünmüştüm. Ömer Seyfettin ve iki arkadaşı “Genç Kalemler”i bu şehirde çıkarmış, onun meşhur “Yeni Lisan” yazısını da aynı dergide yayınlamıştı. Şu arkamda kıvrılan sahil yolu “Primo Türk Çocuğu”nda anlatılan yoldu. “Primo Türk Çocuğu” diye geçirmiştim içimden, bir İslam şehri düşerken okunan son ezan gibi, şehrin düşme anını ebediyen belleğimize kazıdı. Ve yine o gün, sırtımı Beyaz Kule’nin duvarına yaslayarak “Ömer Seyfettin bizim için ne ifade diyor?” diye sormuştum kendime. Bu Balkan ağrısının, İttihat ve Terakki içerisindeki kudretli yerine rağmen akçeli işlere ve masonluğa bulaşmamış bu dürüst adamın, bu genç ölünün imgesi güneşli bir gökyüzünde öylece asılı kaldı. “Yarı resmi ve milliyetçi” bir hüviyete hapsedilmiş, kültüre egemen kesimler tarafından özenle sahnenin dışında tutulmuş, hikâyelerine “üvey anlatıcının mahsulleri” gözüyle bakılmış bir adamın imgesiydi bu. Parçalarının her biri tıpkı tepedeki güneş gibi ince kıvılcımlar saçan bir imge. Sonunda bütün bu imgeleri bir cümle halinde göğsüme hücum ederken buldum: Selanik hala düşmeye devam ediyor!..