Nurettin Topçu, memleketimizin yetiştirdiği önemli fikir adamlarından biridir hiç şüphesiz. Bir şahsiyet abidesi olarak değerlendirebileceğimiz merhum Topçu’yu devrin münevverlerinden ayıran en dikkate değer husus, ülkemizin yaşadığı sorunların tespiti ve bunlara karşı ortaya koyduğu çözüm yolları, tekliflerdir. Lakin ne yazık ki -son birkaç yıldır Hocaya ilginin arttığını belirtelim- Topçu’nun fikirleri bir takım çevreler tarafından belki anlaşılamadığından (ya da işlerine gelmediğinden) geri plana itilmiş, uzun bir müddet dikkate alınmamıştır (tıpkı Said Halim Paşa’nın siyasi fikirlerinin ilgi çekmemesi gibi).
Nurettin Topçu, Cumhuriyet devrini görmüş, çok partili hayat sonrası yaşanan sancılara şahitlik etmiş, her biri siyaset felsefesi alanında başyapıt sayılabilecek metinler kaleme almış bir entelektüeldi. Kendisinin 17 Nisan 1948 yılında yayınladığı “Siyasi Partiler” serlevhalı yazı günümüz politikacılara ışık tutacak cinsten (Bu makale Bizim Türkiye Dergisinin 6. sayısında yayınlandı). Topçu maddeler halinde siyasi partiler ile alakalı mülahazalarda bulunduğu yazısında kısaca şunları ifade ediyor:
Şatafatlı vaatlerin manası yok
“Kırk yıldan daha az demokrasi hayatımız, tam üç senelik de particiliğimiz olduğu halde tam on bir tane siyasi partimiz var. Bunca yoklukların arasında, İstanbul sokaklarındaki otobüsler kadar bol hale gelen partilerimiz acaba gerçekten siyasi parti karakterine sahip midirler? Yoksa az veya çok sürekli birer siyasi deneme, mevki-i iktidara doğru bir yürüyüş denemesi mahiyetinde kuruluşlar mıdır? Biz de olduğu gibi böyle herkesin kendi zevkine, sırf kendi şahsi partisini kurması doğru mudur ve böyle kuruluşlar tam manasıyla birer siyasi parti sayılırlar mı?”
“Siyasi Partilerin felsefi ve ideolojik temellere dayanan programları vardır. Bir partinin programında parlak, şatafatlı vaatlerin hiç yeri ve manası olmadığı gibi aklımıza geldiği tarzda “biz şunu yapacağız” demekle de parti programı meydana gelmez. Yapacağımız şeyler başta kabul ettiğimiz felsefi ve sosyal prensiplerin zaruri neticeleri olmalıdır; öyle ki başkaları da bizim prensiplerimizden mantıki ve zaruri yollardan giderek bizim çıkarmamış olduğumuz bir neticeyi çıkarabilmeli ve böyle bir gayenin tahakkukunu da bizden isteyebilmelidirler. Bir parti programının prensipleriyle bütün teferruatı ahenktar bir bütün halinde olmalı, en ufak bir tezat veya çelişme bulunmamalıdır.”
‘Partiler, var olmak isteyen zaruretlerdir’
“Bir partinin düşünenleriyle yürütenleri ayrı olmalıdır. Parti asıl düşünenlerin doktrini, mahsulü olur. Bunlar, üniversitelerin elemanları ve çok kere hiç olmazsa az veya çok uzun bir zaman hareket adamı olmanın, devlet ve ikbalin zevkine kendilerini kaptırmamış adamlardır. Memleketçe namus ve irfanıyla tanınmış birkaç fikir adamının anlaşmasıyla meydana gelen bir partiye millet itimat edebilir. Bir partinin hareket adamları hayatın pratik planlarında veya milletin meclislerinde tesadüflerle tanınabilen ve kolaylıkla temin edilebilen unsurlardır. Bunların değerleri, kendilerine emanet edilen bir fikri, bir doktrini hakkıyla ve samimi olarak benimseyip benimsemeyişlerinde ve bunu gayeye doğru götürebilmek hususundaki kabiliyetlerinde aranır.”
“Bir parti doğmadan evvel o memlekette bir fikrin, parti halinde şekil alacak olan bir fikrin tarihi olmalıdır. Böyle bir fikrin zaman zaman hareket haline gelmek için kımıldayışları, emekleme denemeleri o milletin mazisinde görülmüş olmalıdır. Birdenbire şimşek çakması gibi ve hiç beklenmedik isim ve gayelerle partilerin kuruluşu, bunların ömürsüz birer heves denemesinden ibaret olduklarına alamettir. Sanki bir millet tarihinin akışı arasında gizli iradeler vardır. ‘Var olmak iradesi’ halinde zaman zaman yönelen bu ruhi değerler onların varlıklarının farkına varan bir mütefekkirin zihninde uzun müddet saltanat kurar. Böyle bir fikrin vücudu sonra cemiyete intikal eder. Böylece partiler, var olmak isteyen zaruretlerdir. Yoksa herhangi bir devirde bir veya birkaç kişinin zihninde doğuveren bir heves, bir temayül veya bir ihtiras eseri değillerdir.”
İkbale tenezzül etmeyen şehitler
“Bir partinin gayesi, bir fikir ve davaya aynı hayat ve ihtiyaçlar devam ettikçe her zaman hizmet etmek, bir fikri böylece mütemadiyen tekâmül ettirmektir ve böyle bir fikir sistemine uygun, ona paralel hareketler sistemi ortaya koymaktır. Parti, düşman gemisine isabet edip onu batırdıktan sonra kendisinin de yok olup ortadan kalması tabii görülen bir torpil gibi değildir. Parti, fikirden ibaret kabzası içinde her zaman kullanılır değere sahip asla paslanmayan, kırılmayan bir kılıç gibidir. Gaye iktidar sandalyesi değil, parti doktrini muvaffakiyeti olunca gayeye ulaşmak için yabancı doktrinlerle muvazaa yapmak en hakiki tabiriyle gülünç, çok kere tam bir sahtekârlık olur.”
“Nihayet bir partinin şehitleri olur, fedakâr isimleri bulunur. Partinin şehitleri mutlaka kılıçla ölenler değildir. Bütün bir hayat boyunca kanaatini feda etmeyip mevki ve ikbale tenezzül etmeyerek devlet mevkiinden uzakta yaşamış, hep aynı karar ve kanaatle siyaset ve vicdan dünyasında zaman zaman dövüşmüş, devirlerin sefaletlerine nefsini terk etmemiş ve böylelikle tertemiz örnek bırakarak vatan topraklarına gömülmüş olanlar, kurulacak partilerin en büyük şehitleridir.”
1975 yılında hakkın rahmetine kavuşmuş olan merhum Nurettin Topçu’nun, Türkiye’nin çok partili hayat geçiş yıllarında kaleme aldığı bu makalesinde yer alan hususların aradan yaklaşık 70 yıl geçmesine rağmen ne kadar hayati bir mesele olarak hâlâ karşımızda durduğu okuyucular tarafından fark edilecektir sanırım. Topçu’nun, merkez olarak Anadolu’yu, tarih ve kültür olarak Selçuklu-Osmanlı tecrübesini alan ve buradan İslâm’a intikal eden -Batı dünyasına da bigâne kalmayan- düşünce yapısı, yerli ve milli politikalar yürütme konusunda arayış içerisinde olan bugünün siyasetçileri için bir kılavuz olarak görülmeli ya da en azından geçmişte olduğu gibi bir kenara itilmemelidir.