Yaptığın şeye, söylediğin söze inanmadığında bir boşluğa düşersin. Hayat zaten yeterince ağır son yıllarda, bir de içtenlik kaybı olduğunda insan nasıl koruyabilir ki insana güvenini?
Çankırı’da, Sefer Usta’nın yerindeyiz. Mekânın asıl adı Derya Lokantası ama halk arasında “Sefer Usta’nın Yeri” olarak anılıyor. Yeğenim Ömer’le Bedesten Sokak’tan geçerken methini duyduğum kahveyi içmek için uğramıştım lokantaya. Sefer Tekmen Usta’nın eşi Müjgân Hanım da yanımıza oturduğunda, birden kalabalık bir grup olduk. Söz sözü açtı; Müjgân Hanım hoşsohbet bir insan. Dokuz yıldır çalışıyor açılalı kırk bir yıl olan lokantada. Yemek işine karışmadan, masaların ve mutfağın düzeniyle, kasayla ilgileniyor. “Kasa bende ama beyime hesap veriyorum şunu şuraya verdim şunu şuraya” diye anlatıyor. Bazen garsonluk da yapıyor, ancak mutfağa girmiyor. Evde yemek yapıyor ya…
Sonra meczup konukları geldi, karşı masaya oturdu. Sefer Usta bana izah etti işaretlerini. İki elini sağa sola salladığında “tavuk”, karnını ovduğu takdirde “işkembe” yemek istermiş.
Zeki Bulduk bize Müstesna Deliler Albümü’nde anlatmıştı: Meczup denilen, sözü dinlenmediği için gizeme veya anlamsızlığa sürgün edilmiş kişi. Ne garip bir şey sırf entrikaya çalışan aklın kadavraya çıkartılmaması oysa. Sanki aklıselim bilinenler insanlığı büyük felaketlere sürüklemezlermiş gibi… Meczup biraz da hayatın dayattığı hırslara tamah etmediği için kenara çekilmiyor mu?
Hırs, kibir, tamah… Çok kolay yayılan kişilik hastalıkları. Nasıl güven duyabiliriz insanlara, daha önemlisi nasıl güven uyandıran bir insan olabiliriz?
Sefer Usta’nın yerinde her gün beşten fazla meczup ağırlanıyor. Bazen köyden alışverişe gelenler de ikrama dâhil oluyor. Bereket başka türlü nasıl hâsıl olabilir? “Bu ülkeyi büyük kıtlık bekliyor” diyor Sefer Usta. “İsraf, saygısızlık, bir şey beğenmezlik…” 1873-1875 büyük kıtlığını, açlığını yaşamış bir şehir Çankırı. Sefer Usta ve Müjgân Hanım’ı sokağa atılan ekmekler endişeye düşürüyor. Emek silikleşince israf artar. İşsizliğin çoğalmasıyla ekmek israfı arasında bir bağ yok mu?
Ekmeğe muhtaç kalan asla unutmuyor açlık zamanını. Cüneyt Arkın’ın bir röportajında okumuştum; çocukluğunda açlık çektiği için, para ve şöhrete kavuştuğu dönemlerde de lüks bir otelde gecelediği zaman bile yatarken görebileceği bir sehpanın üstüne bir ekmek koyarmış. Benzeri bir olayı Esenler’de röportaj yaptığım fotoğrafçı Mustafa Ustaoğlu’ndan dinlemiştim. İkinci Dünya Savaşı yılları, Anadolu köylerine de açlık olarak yansıyor. Çocuk Mustafa köyde giderken bir ekmek görüyor yerde, arkadaşlarına göstermeden alıp saklıyor, bir başına yiyor. Bunun azabından ise ömür boyu kurtulamıyor. Yanı başındaki arkadaşları da açtır çünkü, bunu unutmuyor. Seksen yedi yaşında şimdi ve hayatında ilk kez ekmeğin torbalarla sokaklara atıldığını görmenin endişesi içinde. O yerden ekmek alıp yedi, bunu yine de yapabilir; kıyamıyor atılmış ekmeklere.
Konu ekmek olunca da herkes Dudu teyzeden söz ediyordu. Zenginden alıp fakire dağıtıyor; önce ekmekle başladı. Sabah saatlerinde Dudu Teyzenin At Çiftliği diye bilinen “Omar Ağanın Çiftliği”ne gittik. Çiftliğin sahipleri Dudu Sevindim ve eşi Hıdır Sevindim aslen Kırıkkaleliler. 1970’lerin ortalarında işsizlik nedeniyle göç etmişler Çankırı’ya. “Hiçbir şeyimiz yoktu” diye anlatıyor Dudu Sevindim. “Kış vakti. Soba kuracağız, sobacıya gittik, dört boruya gücümüz yetti, beşinciyi alamadık.”
Dudu Sevindim, üstü başı leş gibi dilenciyi karnını doyurmak bir yana, evinde banyo yaptırmadan bırakmayan bir kadın. Kızı, “Biz hiç ailece yemek yemedik” dermiş. İçi dışı bir diye tabir edilen insanlardan. Sıklıkla kendi yazdığı şiirleri katıyor sözlerine hem. İlkokulu bitirdikten sonra öğretmen okulunu kazanmış ama dedesinin muhalefetiyle karşılaşmış. “Kız çocuğu okur mu?” Dayısının oğlu Hıdır Bey’le konuşuyorlarmış. Hıdır Bey askere gittiğinde babası başka bir kısmeti gündeme getiriyor. Telefon yok, oturup mektup yazıyor Dudu Hanım Hıdır Bey’e:
“Dağlardan aşır beni
Kolunda taşı beni
Ay çekilir çekilmez
Kolunda kaçır beni…”
Ellerinde avuçlarında tek kuruş yok iken beş kardeş karşılıklı saygı içinde gecelerini gündüze katarak çalışıyorlar. Hıdır Bey ve kardeşleri, tornacılık alanında çırak olarak başlayıp ustalığa terfi ediyor ve 1978’de kendi iş yerlerini açıyorlar. Dudu Hanım üç çocuğunu büyütürken aile bütçesine katkıda bulunmak için havlu kenarı örüyor, Kırıkkale’den çeyiz getirtip satıyor. Annesi ve babası ölünce dört kardeşini yanına aldığı için de eşinin ailesine karşı ayrıca sorumlu hissediyor kendini. İki odanın ısınması gerektiğinde bir ton kömürle yazı nasıl getirecekler… Neyse ki Hıdır Bey her zaman destek oluyor ona ve kardeşlerini hayata kazandırıyorlar. “Fakirin halini bilirim. Fitre aldı kardeşlerim. Ben almaktan çok vermeyi seviyorum. O yüzden çok çalıştım. Allah’ın rızasını insan üzerinden kazanmaktan daha zor bir şey yok.
Yoksulluk günlerini unutmak istemiyor Dudu Hanım. At çiftliği belki de bu nedenle kayınpederinin adını taşıdığı halde onun adıyla tanınıyor.
Önceleri sadece gönüllü bir yardımlaşma vardı, dostlarıyla beraber cumaları ekmek dağıtıyorlardı. Mülteci aileler gelince yetemez oldu. Elli yaşından sonra araba kullanmayı öğrendi. Geçen sene “Koru Sevindir Derneği”ni kurdu yol arkadaşlarıyla. Kimsesiz çocukları himaye ediyor, mültecilere yardım götürüyorlar. Başlıca besini ekmek olan insanlar hayatın çok yönlü baskısına nasıl dayanıyorlar? Kuşkusuz, elbette, geçimlerini temin edecek iş alanları olmalı.
Öykü yazarı ve eğitimci Mehmet Akif Demirelli’nin hazırladığı bir program çerçevesinde Çankırı Eğitim Bir Sen Konferans Salonu’nda bir konuşma yapacaktım, Dudu Hanım’ı da davet ettim. Lütfedip geldi ve hayat bilgisinin özlü tespitleriyle konferansı zenginleştirdi. Ben onun hassas kalbini hesaba katarak hasta ve yoksullar konusunda çoğumuzun asla katlanamayacağı ölçüde üstlendiği sorumluluklara değinmedim bu yazımda; ama işte böyle bir kadın var Çankırı’da, bilinsin istedim.
Ekmek kavgası ile haysiyet kavgası aynı şey ve Dudu Sevindi mustazafların haysiyeti üzerine kaygı duyan, sorumluluk alan bir kadın; Sefer Usta ve Müjgân Hanım da öyle. Sarımsağı bile dışarıdan ithal ettiğimiz bir tüketicilik hali içindeyken hâlâ ayakta durmamızın sebebi, Allah’ın rızasını mustazaflar üzerinden kazanmanın zorluğunu üstlenmiş bu insanlar. Onlar Anadolu’nun her köşesinde karşınıza çıkıyor ve gösterişsiz bir sadelik içerisinde hayatı onarmaya, yoksulları ayakta tutmaya çalışıyorlar.