“Üslubu beyan aynıyla insandır!” derdi eskiler, İçinizde ne varsa o akseder dışarı.
Mustafa İslamoğlu’nun Hz. Hatice validemiz ile ilgili konuşmasını başından sonuna izledim. Bir Ramazan programında yapılan konuşmanın genel hatlarına itiraz edilecek bir durum yok aslında, Peygamber Efendimizin evliliklerindeki incelikleri anlatan bir içerik taşıyor.
Çok tartışılan sözleri ise şunlar;
“40 yaşında bir hanım şehvetine düşkünü bırak, birazcık şöyle kendini ciddiye alan genç bir erkek, üstelik Mekke’nin yiğidi, Mekke’nin el emini; el üstünde tutuluyor, Abdulmuttalip’in de gözbebeği ve varisi gider de 3 çocuklu, 2 kocadan arta kalmış 40 yaşındaki bir dulu 25 yaşındayken alır mı? Hadi aldı. 25 sene bununla tek evli olarak yaşar mı? 25 sene dikkat buyurun…”
Hz. Hatice (r.a.)’den “artık”, “bununla” şeklinde bahsediyor.
Üslup konusuna geçmeden önce, örnek üzerinden yol alalım.
Mustafa İslamoğlu’nun bu tezini sadece güncel bir hayat hikâyesi ile çürütmek mümkün.
Kendisi Peygamber olmayan Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron şu anda tam 24 yaş büyük eşi ile hâlen evli.
Şefkat evliliği yapmak gibi bir mecburiyeti bulunduğunu sanmıyorum.
Hiçbir özel uhrevi görevi olmayan, son derece seküler bir kişilik Macron ve Mustafa İslamoğlu’nun örneğini darmadağın ediyor.
Peygamber Efendimiz (a.s.)’in evliliklerine “şehvet-şefkat” ölçeğinden yaklaşmanın ne gibi bir önemi var, anlaşılır gibi değil.
Yani neden bu konulara girilir ki?
Peygamberimiz bizim yegâne önderimiz, rehberimiz ve örnek kişiliğimiz.
Hz. Hatice validemiz ise onun davetini şeksiz şüphesiz kabul eden İslam dininin ilk Müslüman kişisi, ilk inananı.
Mustafa İslamoğlu kendi şahsî algısı ile hareket edip Peygamberimizin Hz. Hatice’yi bir eş ve kadın olarak sevemeyeceğini ve “şefkat” evliliği yaptığını iddia ediyor.
Saçma.
Sanırsızın Hz. Hatice düşkün, fakir, kimsesiz bir kişi…
Döneminin en zenginlerinden, ticaret kervanları işleten, hayatın tam içinde, aktif bir kadın…
“Artık” kelimesini hak etmeyecek kadar varlıklı ve pek çok taliplisi olan şerefli, izzetli, namuslu, iffetli, bir hanımefendi.
İslamoğlu, Peygamber Efendimizi överken, Hz. Hatice’den sıradan bir kişilik, basit bir kadın edâsıyla bahsetmesi, bu yazının başlığındaki “üslubu beyan aynıyla insandır” cümlesindeki anlamı fazlasıyla hak ediyor.
Hacamat ve benzeri konularda da konuyu açıklama adına benzetme yaparken Mustafa İslamoğlu’nda bir üslup sorunu olduğu açık.
İzlediğim konuşmalarında iki temel problemi var.
Birincisi, dikkat çekmek ve vurgu yapmak için Müslümanların en saygı duyduğu kişiler ile ilgili kahve ağzı ile konuşmaktan imtina etmiyor.
İkincisi, sanki bu konular daha önce hiç konuşulmamış, hiç tartışılmamış gibi, ilk kez kendisi tarafından dile getiriliyormuşçasına yüksek düzey vurgu yapma arzusu ekranlardan fışkırıyor adeta…
İlim adamlarında bulunması gereken tevazu, bilginin getirdiği ağırlık, kelimelerdeki seçicilik Mustafa İslamoğlu’nun semtinden geçmiyor.
25 sene Hz. Hatice ile İslamoğlu’nun deyimiyle “şefkat” evliliği yapmak için Peygamber Efendimizin ne gibi bir mecburiyeti olduğu sorusu bir yana, yine kendi deyimiyle Hz. Hatice’nin vefatı üzerine epey bir müddet de evlenmiyor.
Bu bağlılık sadece şefkat ile açıklanabiliyorsa, sözüm yok.
Üstelik bu evlilik yapıldığında Hz. Muhammed (s.a.v.) Peygamber değil ve “şefkat” evliliği yapmak için hiçbir yükümlülüğü yok…
Neresinden tutarsanız elinizde kalıyor.
Hz. Hatice ile ilgili bu tür yaklaşımlarda bulunursanız o zaman size “Şia” yakıştırması yapanlara kızmayacaksınız.
Elbette buradaki tüm eleştiriler programın sunucu pozisyonunda olup konuşmaları tasdik eden, en küçük bir uyarıda bulunma ihtiyacı hissetmeyen Mehmet Okuyan için de geçerli.
Üslupsuzluğun, Hz. Hatice’yi değersizleştirmenin, sıradanlaştırmanın, ihtiyaç sahibi bir kadın gibi göstermenin vebali onun da sırtında bulunuyor.
Tabi bu arada Mustafa İslamoğlu’nu eleştirirken kantarda topuz falan bırakmayanlardaki küfür, şiddet ve hakaret dozajı yazının başlığını onlar için de geçerli kılıyor.
Küfretmeden, hakaret etmeden kullandığınız kelimeler silahtan güçlüdür, yeter ki kullanmayı bilin…
Mustafa İslamoğlu eğer bir âlim olma iddiasındaysa, iletişimin çok güçlü olduğu bir sosyal medya çağında sözünün yanlış anlaşılmasından dolayı genel kamuoyundan özür dilemesi gocunulacak bir durum değildir.
Yok değilse, kibir ve ego yükünü sırtında taşıyorsa, kendi bilir…
Öte yandan en kıymetlilerimizin bu kadar hoyratça ele alınmasının önüne geçmenin bir yolu olmalı değil mi?
Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan bu konularda daha net, pürüzsüz ve sert bir duruş beklemek hakkımız.
Önüne gelenin kendine İslam âlimi sıfatı takıp fütursuzca fetva vermesine izin verilmemeli.
Unutulmamalı ki, Osmanlı İmparatorluğu’nda fetva verme yetkisi sadece şeyhülislamlarda, müftülerde ve kadılarda bulunuyordu.
Öyle etrafına üç beş kişi toplayan, başına yeşil sarık saran herkes kafasına göre fetva veremez, hüküm icat edemezdi.
Tarikat, dergâh, cemaat gibi yapılar ise sivil toplum kuruluşu hüviyetindeydi ve resmi olarak kayıt altındaydı.
Şimdiki gibi holdingi mi, cemaat mi, tarikat mi oldukları belli belirsiz flu yapılar değildi.
İnanmayan Osmanlı Arşivleri orada duruyor, gider bakar.
DİB, FETÖ benzeri yapıların tekrar neşet etmemesi için, bu konularda testi kırılmadan daha aktif tutum almalı.
Söz konusu İslam dini ve değerleri olunca atalarımızdan geride kaldığımızı görmek gerçekten üzüntü verici…