Mimarlar için dört fantezi

Taslak Ev

Mimar Faris, bütün evlerin özeti olabilecek ideal bir ev yapmaya karar verdiğinde yirmi yedi yaşındaydı. İstediğini yalnızca yaşadığı kentin ve ona komşu olanların binalarına bakarak başaramazdı. Başka ülkelere gitmeli, başka evleri görmeli, başka odalarda konaklamalı, başka pencerelerden de bakmalıydı. Söylendiğine göre çok uzun sürdü Faris’in yolculuğu; heybelerine istiflediği taslaklarla birlikte, bir şehirden ötekine, bir ülkeden diğerine dolaşıp durdu. Bir menzilde büyük çizdiği kapıyı bir başka menzilde küçültüyor; çatılar, saçaklar, çıkmalar, kavisler şekilden şekile giriyor; bir evden esinlenip diğerine uyarlanan biçimler iğretilikleri yüzünden can sıkıyordu. Mimar, yolculuğunun onuncu yılında gerçeği kabullenmek zorunda kaldı: Her bir taslak bir öncekinden daha karmaşıktı ve onu yola çıkaran amaçtan adım adım uzaklaşıyordu. Sonunda geri dönmeye, geri dönerken de güzergahının sırasına göre dizdiği taslakları çizildiği yerlerde bırakmaya karar verdi. Plan müsveddeleri azaldıkça hafifliyordu. Nihayet evine vardığında, elinde yalnızca başlangıçta yaptığı ilk taslak kalmıştı. Bu, Faris’in çocukluk evinin planıydı!..

Bitişik Kent

Kentin en iyi mimarına, yapımı tamı tamına bir yıl sürecek penceresiz bir ev inşa ettirip, sonra da onu bahar kutlamalarında yıkmak Lerziyalıların adetidir. Niçin böyle yaptıkları sorulduğunda, kuşaktan kuşağa aktarılan bir hikâye anlatırlar: Aslen göçmen olan kentin ilk sakinleri kapalı mekânlarda cinnet geçirdiklerini söyleyince, kraliyet mimarları onlar için ilkine bitişik, hafif malzemeden, tavanları olmayan bir kent daha kurdular. Ama duvarlarla ayrılmış yıldızlı gök Lerziyalıları daha da sarstı; mimarlar çaresizce, ikincisinin sınırına da sadece temelleri atılmış bir üçüncüyü eklediler. Şimdi durum kötünün de kötüsüydü, eksik olanı göz tamamlıyor, bir türlü içeriden dışarıya çıkamıyorlardı. Her yerinden rüzgâr alan bir eve mahkum olmuşlardı ve bu sinirlerini ayrıca bozuyordu. Aralarından biri, dışarıya çıkmak için içeriye girmeleri gerektiğini söylemese, temelleri atılmış boşlukta hapsolup kalacaklardı. İşi bir düzene koydular: İlk kentte oturuyor, bunalınca ikincisine, ondan da bunalınca üçüncüsüne taşınıyorlardı. Sonra yavaş yavaş yoruldular; ilkin üçüncü ardından da ikinci kenti otlar kaplamaya başladı. Lerziyalılar da cinnet geçirmemek için daha kolay bir çözüm buldular kendilerine. Kentin en iyi mimarına, inşası tam bir yıl süren penceresiz bir ev yaptırıp baharda törenle yıkmayı adet edindiler…

Yürüyen Şehir

Çobanlıkla geçinen Yakutilerin bir evleri yoktu. Bir evleri olmadığı için kendilerini küçümseyen yerleşik Hankentliler yüzünden gururları inciniyordu. Ne yapabilirlerdi ki; kadınları duvarlarla çevrilmiş bir kentte ve yerinden ırgalanamayan bir evde asla oturmak istemezlerdi. Onları memnun edecek bir çözüm için çok kafa yordular. Bir akşam yaşlı Alabörü ortaya bir soru attı: Acaba bir kenti yürütemez miyiz? Yeteri kadar güçlü atları ve eteklerinde konakladıkları dağlarda bolca ağaç vardı. El becerisi olan bir kaç genci Hankent’e gönderip, ahşap çatmayı öğrendiler; keskiler ve işlenmiş demirler tedarik ettiler. Çok değil bir mevsimde her birinin küçük pencereleri bulunan, atlara koşulmuş yürüyen evleri oldu. Sekiz atın çektiği, diğerlerinden daha büyük bir mabet ev bile yaptılar. Komşuları olan yerleşik Hankentliler, evleri atlar tarafından çekilen Yakutileri görünce çok kıskandılar. Kadınlar kocalarını, kızlar babalarını kışkırttı; bu hiç bir yere gidemeyen kent yüzünden nasıl da canları sıkılıyordu. Onlar da çareyi, her bir evin önüne taştan yontulmuş atlar koymakta ve evlerini bu taş atlara koşmakta buldular…

Sonsuz Kule

Saburiler bir kule yapmaya karar verdiklerinde, onun, yükselebileceği yere kadar yükselmesini dilediler; bu arzu gerçekleşsin diye de mimarlar zeminindeki çember temeli olabildiğince geniş tutu. Kuşaklar geldi, kuşaklar gitti; krallar, seleflerinden devraldıkları kuleyi hiç aksatmadan yükseltmeyi sürdürdüler. Kulenin yapımı, zamanla gizli, kutsal, açıklanamayan bir amaca dönüştü. Devam edebilmesi için, her ailenin erkek çocuklarından birinin kule inşaatına bağışlanmasını emreden bir de yasa çıkarıldı. Kulenin ilk kademesinde işçiler ve mimarlar akşamları evlerine dönebiliyordu; ancak basamaklar arttıkça, en yukarıdakilerin dönüşleri birkaç gün, bir kaç hafta, bir kaç ay gecikmeye başladı. Yukarıdakilerin aşağıya inip yeniden oraya çıkmaları bir yılı bulunca, bu zahmetli işten vaz geçtiler. Bir yerden sonra inşaatın nasıl yürütüldüğünü, devam planlarını kimlerin çizdiğini ve yukarıda işlerin nasıl gittiğini kimse öğrenemedi. Yukarıda inşaat sürüp gidiyordu…

* “Ev inşa etme”nin hayali cephesini hatırlatmak amacıyla birkaç yıl önce bir edebiyat dergisinde yayınlanmış ve sınırlı okura ulaşmış olan bu yazıyı kısaltarak, kısmen değiştirerek yeniden yayınlıyorum.