Mimarlar eserlerini sergileme konusunda diğer bütün sanatçılardan şanslıdır. Yaptıkları binalar çoğunlukla kamuya açık alanlarda durur ve biz bu tür eserlerle istesek de istemesek de bir göz teması kurarız. Bazen göz temasını aşan bir ilişki de söz konusudur; tarihi bir binada bulunan bir bankaya girersiniz mesela, taş bir mektebe yolunuz düşer. Her halükarda mimari yapı bir miktar zorbadır. Onu bir şiir kitabı ya da bir roman gibi seçme şansına sahip olmazsınız. Bütün hacmi ve cephesiyle önünüze çıkar. Mimari eserin bu özelliği mimariyi siyasi amaçların bir parçası haline getirdiği de olur. İttihat ve Terakki Partisi, iktidarda kaldığı yıllar boyunca, İmparatorluğun kaderinin iyi yönde değiştiğini göstermek için mimariye ayrı bir önem vermiş; Birinci Milli Mimari Akımını başlatılmış, Türk Ocağında mimarlık üzerine konuşmalar yapılmış ve hatta Ahmet Haşim’in deyişiyle dönemin edebiyatı çekiç seslerinden geçilmez olmuştu. İttihat ve Terakki de, bütün iktidarların yaptığı gibi, mimari eserin orada öylece durarak sergilediği güçten ve hatta mesajdan istifade etmeyi arzuluyordu. Mesaj şuydu: Yıkılmadık ayaktayız, kendi tarihimize dönüyoruz, yeni bir dirilişin başındayız…
Yürürken şehrin meydanlarında gördüğümüz pek çok gösterişli bina vardır. Bu binalar bir mimarın eseridirler. Mimar, eserini herkese sergileme konusunda şanslıdır ama bu onun aynı zamanda şanssızlığıdır da; eseri görür, yapanının kim olduğunu bilmeyiz. Bir zamanlar ilahilerinin altına isimlerini yazmaktan imtina eden derviş ozanlar gibi, mimarlar da yapılarının bir yerine adlarını iliştirmekten imtina mı etmişlerdir? Bir mimarın nefsini geride tuttuğunu söylemenin ve onu derviş ozanla kıyaslamanın ancak mizahi bir yanı olabilir. Mimar nihayetinde bir sipariş adamıdır; kendinin olan ama aynı zamanda kendine ait olmayan bir hayali inşa eder. Eğer çok özel bir dikkatle bakmazsak, bazen önünden geçtiğimiz, bazen içine girdiğimiz şu Büyük Postane Binasının kime ait olduğunu bilmeyiz mesela; Sultanahmet Meydanına bakan Tapu Kadastro Binasını ya da Fatih İtfaiyesinin karşısında, parkta duran Hava Şehitleri Anıtını da öyle. Bunlar aslında Birinci Milli Mimari akımının önemli temsilcilerinden Mimar Mehmet Vedad’a ait eserlerdir. O da bir mimar olarak hem çok şanslı hem de bir o kadar şanssızdır; eserleri şehrin en kalabalık yerlerinde durmakta ama adı çok az göz tarafında okunmaktadır…
Bütün o Büyük Postane Binalarından, İlk Meclis Binalarından, Kadastro Binalarından, Kastamonu Hükümet Konağı Binalarından sonra bir de Mimar Vedad’ın kendisi için yaptığı evi görmeyi arzulayan birini bir şaşkınlık karşılar. Şişli’de Vali Konağı Caddesi ile Süleyman Nazif Sokağının kesiştiği köşede duran bu evde, mimari yoluyla güç imaline ya da bir mesaja mecbur kalmamış olmanın rahatlığı vardır. Mimar Vedad bu evi kendisi için, kendi zevkine göre yapmış, yapıp bitirdiğinde Sultan Mehmet Reşat’a, “Mimar oğlumuzu bir ziyarete gidelim” dedirtecek kadar ses de getirmiştir. Saray’ın ‘sermimarı’ Vedad, Sultan’ın, kullarından birinin evini ziyaret etmesinin ne büyük bir lütuf olduğunun farkındadır. Dolmabahçe’den kendi konağına kadarki güzergâhı düzeltir, temizletir, çiçek takları kurdurur. Sultan, Mimar Vedad’ın evi hakkında ne düşündü, neler söyledi bilmiyoruz. Bildiğimiz; üçgen bir arsa üzerine kurulmuş bu burunlu evin, bir mimarın kişisel zevklerini yansıtmanın ötesine de geçtiğidir. Biz Mimar Vedad Evi’nde, bir sanatçının kamusal bir görevli olarak yaptığı işlerle bu görevden azade olduğunda yapacağı iş arasındaki farkı da görürüz. Kimileri ‘ev’in Selçuklu esintisi taşıdığını söylese de, Mimar Vedad Evi, döneminin mimari biçimlerinin dışına çıkmış şahsi bir oyundur…
Valikonağı Caddesinden Süleyman Nazif Sokağına giren biri, eğer dikkat ederse köşedeki evin duvarına ilçe belediyesi tarafından iliştirilmiş kitabeyi de okuyabilir. Bu ‘zamane kitabede’, evin Birinci Milli Mimari Akımının temsilcilerinden Mimar Vedad Tek’e ait olduğu yazılıdır. Bir nüfus cüzdanının üzerindeki kimlik bilgileri gibi bu bilgi de hikâyesizdir. Kitabede Mimarın, âlim, bürokrat ve doğulu babasından da, yüzünü batıya dönmüş ilk Osmanlı kadın bestekârı annesinden de iz yoktur. Oysa Mimar Vedad, annenin babaya karşı zaferidir. Babanın bütün ısrarına rağmen anne tarafından Paris’e gönderilmiş, kendisine burs bulunmuş, orada mimari tahsili yaptırılmıştır. İstanbul’a döndüğünde Sirkeci’de bir mimarlık bürosu açacak, bunu gazeteye ilan vererek duyuracak, bir Türk’ün gayrimüslimlere yaptırılan şu kalfalık işine soyunması pek garipsenecek ve bir miktar dedikodusu yapılacaktır. Mimar Vedad Evi, doğuyla batı, Osmanlı ile Cumhuriyet arasında kalmış bir adamın hikâyesi bilinmeden okunamaz. İmparatorluğun tanınmış ailelerinden birinin oğlu olan mimar, Cumhuriyet başkentinin inşası için Ankara’ya çağrılacak, şu ‘Osmanlı çizgileri’ yüzünden alacaklarını alamadan geri gönderilecek, sıkıntıya düşüp çok sevdiği evini kiraya vermek zorunda kalacaktır. Mimar Vedad Evi’nin duvarlarına, Paris’te eğitim görmüş ilk sivil mimarın, Cumhuriyet Ankara’sından kovuluşunun hüznü de sinmiştir…