Nasıl başlasam, nereden başlasam? Öngörülmeyen bir yolculuktan henüz dönmüş gibiyim. Haftanın programı hazırdı oysa: Yazdığım mimarlık kitabı için saha çalışması yapacaktım her zamanki gibi, ertesi gün arkadaşlarla toplanacaktık, hafta sonunda Şehriyar’da Davut Göksu’nun konuğu olacaktım, bitirmem gereken bir öykü vardı. Grip geldi ve planlarımı işgal etti. İlk dersi böylece aldım, daha önce de almıştım, ama unutuluyor: Plan despottur, demişti Le Corbusier. Grip de aynı ölçüde despot.
Başka bir zaman ve mekan boyutuna geçiriyor sizi hastalık. Hızla akıyor, kısa süre öncesine kadar tek tek sayılan saatler. Oysa mesafeler uzuyor, beden ve zihin yavaşlıyor. Dünyayla aranıza bir perde gibi geriliyor mecalsizlik. Onu oradan alıp oraya koyamıyorsunuz. Buna karşılık algılarınızı bütün yaş çağlarınıza uçuran bir hamakta sallandığınızı da duyuyorsunuz. Bir aynı hastalığa çarpıyorsunuz bir bambaşka türlüsüne.
Üç yaşındayımdır en fazla. Dedem beni at sırtında babamın öğretmenlik yaptığı Arpayazı (Bekolar) köyüne götürüyordu. Demek ki bir süreliğine dedemin yanına, Pınaryolu (Divir) köyüne gönderilmişim. Kış ortasında niye dedemin evindeydim, bilmiyorum. Hastalandığımda dedem korkmuş ve beni Arpayazı’ya götürmeye karar vermiş. Aslında iki köy arasında çok fazla mesafe yok ama irili ufaklı karlı tepelerden geçtiğimiz için yol hiç bitmezmiş gibi gelmişti. Sahneler kararıyor birden. Köyün dışında bulunan lojmanda, sobanın kenarına serilmiş bir yatakta açıldı gözlerim. Annem çorba içirmek için başımın altına bir yastık daha koymaya çalışıyordu, ama kaldıramıyordum başımı, gözlerimi açmakta da zorlanıyordum. Yine böyle hissediyorum işte: Grip sızısı kilitleyen, alıkoyan, her zamanki düşünceleri uzaklara savuran bir kuşatma halinde yayılıyor.
Bir saat yatıp yarım saat çalışmayı denedim. Pazarlığa gelmiyor virüs, bedelini ağır ödetiyor. Bir bir vazgeçtim tasarılarımdan ve sadece gribin talimatlarına uydum. Limon, zencefil, karanfil…
Bir gün önce yazmak üzere zihnimde sıraya dizdiğim cümleler darmadağınık ve önemsiz. Yeni sızılarla tanışan bedenim emanet olduğunu bildiriyor benliğime. Başka türlü düşünmüyordum, ama yeniden öğreniyorum. Bedenimiz kime aitmiş? Binlerce fazladan vurulmuş klavye tuşu kafa derimde zonkluyor sanki. Antibiyotik öncesi gripler daha hafif yaşanıyor değildi. Geri çekilip izliyorum hayatı. İzleyemiyorum bile. Başa gelmedikçe tarif edilemeyecek bir koordinat değişimi geçirirken, ancak yakın zamanda grip olanların hatırlayacağı bir bulantı, bir fersizlikle karışıyor adımlarım.
Galiba izahında zorlanmaya başladığım, dahası şaşıramaz hale geldiğim bir şeylerden, dünyanın kaldıramadığım hallerinden kaçırıyor beni grip, bir süreliğine de olsa: Hayatla koşturarak baş edemezsiniz. Palas paldıras yaşanıyor birçok şey bir süredir; öyleyse sen de dikkatli kur cümlelerini!
Sürekli cümlelerin aktığı zihnim pek az şeye geçit veriyor. Saha çalışması yaptığım evlerde dinlediğim hikayeler üzerine düşünürken geçiyorum uykuya birkaç aydır, yine öyle olacak sanıyorum. Önem verdiğim, altını çizmeye çalıştığım olguları hatırlayabilirim, bunu yapabilirim en azından. Söz gelimi çalıştığı atölyeye ulaştıracak minibüs durağına yetişmek için çamurlu yolu aşmaya çalışan Amasyalı bir kadınla konuştum. 1970’li yıllar. Kendisinin yanı sıra kızı da çalışıyor, geceleri. Lüks lamba gömleği ve fitilleri dikiyor, ütülüyor ortaokul çağındaki kız okul çıkışı gittiği atölyede; bazen eve getiriyor annesi yardım etsin diye. Bu yardım başlarına bela oldu. Evi iş yerine çevirdiniz, buna izin veremem, dedi ev sahibi. Hemşehri komşuları ise, küçük kızı çalıştırıyorlar, el aleme rezil oluyoruz, diye şikayet ettiler karakola. Sonuçta o evden taşındılar, ama çamurdan kurtuluş olmadı. Yine, aynı durağa varacak şekilde, elinde ayakkabılarını koyduğu bir plastik torbayla ve çamurlara bata çıka yürüyordu küçük kız. Durağın yakınlarında poşetteki ayakkabılarını çıkarıp giyiyor, çamurlu çizmeleri ise aynı poşete koyarak, çoğu minibüs yolcusunun yaptığı gibi özel bir konteynere yerleştiriyordu. O zamanlar semtte çamur çoktu ama hırsızlık olmazdı. Kadınlar bazen tankerle gelen su için girdikleri kuyrukta kavga ederlerdi, ama insanlar gece yatarken evlerinin kapısını kilitlemeyecek kadar güvenirlerdi birbirlerine.
Güven, nasıl da paha biçilmez bir hazineymiş! Kim, aslında hangi niyetle öyle göründü, komşum dediğin aslında nasıl biriymiş… Şimdilerde çokları kim olduklarını veya olmadıklarını ispat veya örtbas için daha fazla bağırıp çağırıyor, daha çok göz önünde olmaya çalışıyor. Aşırı ses, hırçın öfke geçmişin en etkili silgisidir sanki.
Meclis haberlerine ilişkin sahneleri seçip ayırıyor grip yüzünden bulanıklaşan bakışım kayıp giden görüntüler arasından: Bir milletvekili kendini kelepçeyle mikrofona kilitlemiş. Kimileri ona siper olmuş. Kimileri saldırmış. Yaralananlar var. Şehrin bir taraftan çamurla baş etmeye çalıştığı susuzluk çağlarında çeşme başında kavga eden kadınların iddiaları çok daha haklı, asildi.
Metafor olarak grip: Varlığımızı attığımız hamakta sallanırken dünyayı yenilenmiş bir bakışla öğrenmenin yalnız yolculuğu. Algılar inceliyor elbette ama öylece sürüp gitmesi size bağlı. Varlığımızı sızlatan belki de eksikliğini duyduğumuz samimi tek bir cümle, hakikatin dünyaya temasını yansıttığı halde yorumlamaktan aciz kaldığımız biricik sahne veya sadece bir an.
“Dünyanın yaşamından bir an geçer”
Cezanne’a değinmeden çağdaş sanat üzerine cümle kuramıyorsunuz. Bütün resimleriyle anlatmak istediği işte şu cümlelerdi: “Dünyanın yaşamından bir an geçer. O anı gerçekliğiyle yakalayıp resme geçirmek, bunu yaparken her şeyi unutmak! O anı yaşamak, duyarlı bir levha olmak… zamanımızdan önce olan her şeyi unutarak gördüklerimizin imgesini yansıtmak…”