Farklı farklı mevsimleri, ayları, bayramlarımızı anlattım. Eski yazılarımı karıştırırken mayıslarımın takvimlerini anlattığımı görmedim. Çok heyecanlı, çok hareketli bir ay bu mayıs.
Evet, ilk günü İşçiler Bayramı. Çocukluğumdan bir karanfil, bir de “Yaşasın 1 Mayıs”, “İşçiler Bayramı” yazan kocaman pankartlar, bayraklar. Herkes için tatil. Boyacılar dâhil. Okul, devlet sektöründe çalışanlar iki gün tatil yapıyorlar. 1 Mayıs, önce veya sonra gelen hafta sonu ile birleşince, en kötü ihtimalle dört gün tatil. Sevinmesine seviniyorduk. Her taraf yeşil, güneş de ısınmaya başlamış, bir de şansımıza hiçbir boyacı 1 Mayıs İşçiler Bayramında evde badana yapmaz. Yugoslavya’da işçiler için kutsal bir gün, vesselam.
Bazen bu 1 Mayıs bayramında evde misafir ağırlıyorduk, bazen rahmetli halamın yanına Donyi Vakuf’a gidiyorduk, bazen Adriyatik Sahillerindeki en yakın yerleşim yerine. Aramızda en cesur olanlar denize giriyorlardı. Soğukla aram yok, deniz iyice ısınmadan ben girmem. Neyse, daha sonra arkadaşlarla ya birinin bahçesinde ya da bir nehir kenarında, dağ başında piknik yapıp mangal yakıyorduk. Tabi ki kimsenin arabası yoktu çevremizde. Ebeveynlerin arabasını bu piknik için talep etmek güzel bir bakışa ve ısrarlı olursak bakışın ardında gelecek bir tokada neden oluyordu. Madem pikniğe gidiyorsun, eline battaniye, mangal, mangal kömürü, marine etler, köfteler, salata ve soğanlar, ekmekler, içecekler, bardak-tabak-çatal-bıçak takımları (o zaman bu tek kullanımlık eşyalar yoktu, varsa da biz bilmiyorduk, yıkanacak plastik piknik takımları vardı), top (aramızdaki erkekler top oynarlar) kızlardan da bazıları badminton top ve raketleri, her şeyi elimizde ve sırtımızda taşıyorduk. Piknik yerine giden kamu taşıtları vardı; Trebeviç Dağı’na teleferik, diğer yerlere otobüs veya minibüsler. Sabah çıkıyorduk akşam evlere geliyorduk. Şarkılar söylenirdi, gitar çalan sadece gitarını taşıyordu, diğer yük ve masraflardan muaf oluyordu. Tabii bir yere kadar kamu taşıtlarıyla, sonra müsait bir yer buluncaya kadar yürüyerek. Akşam evlere yürüyerek dönüyorduk. Etler, içecekler, salatalar bir de mangal kömürü kalmayınca kalanlara yük mü denir. Şarkı eşliğinde.
Bazı ailelerde 1 Mayıs’ın olmazsa olmazı kuzu çevirmeydi. Kuzu kesilir, yavaş yavaş 4-5 saat közde çevrilir, yan tarafta çocuklar kudurmasın diye mangallar yakılır, çocuklar için köfteler atılır mangallara… Kuzu çevirme oluncaya kadar. Kimi çevrelerde bu kuzu çevirme beklenirken pikniğe çıkan aile-akraba yetişkinleri biraz demleniyormuş. (1 Mayıs fıkrasını hatırladım: 1 Mayıs’ta aile kuzu çevirme hazırlamış, sofraya parçalamışlar, etrafta ekmek parçaları ve söğüş kesilmiş soğan, kadehler de dizilmiş, o sırada imam bahçenin yanından geçiyor. İmam tam selam verecekken, biri “Kaldır şu rakı ve kadehleri, imam geliyor”, başkası da, “Sen bu kuzu çevirmeyi kaldır, imam efendi rakıya dokunmaz ki!”)
Bizim ailede demlenen yoktu, bir de bu kuzu çevirme olayına bizimkiler farklı bakıyorlardı. Toplumsal eğlence, kiç diye. Toplumun en fakir kesimleri kendilerine yılda iki kere böyle bir ziyafet düzenliyorlar: Bir yılbaşı gecesi, bir de 1 Mayıs gündüzü. İşte belki ondan bizim ailede bu kuzu çevirme âdeti yoktu. Bir de rahmetli babam bu işlerden anlamazdı. Mangal, hele de kuzu için köz hazırlamak babam için nükleer fizik seviyesindeydi. Demek ki asıl sebep o olmalı.
Sonra 2 Mayıs. O tarih 1992’den itibaren önem kazanmış. Sırp militan askerleri Yugoslavya Federal Ordusunun resmi ve gayriresmi desteğiyle Saraybosna’yı işgal etmek için hızlı bir harekât hazırlamıştı. PTT binası yakılmış, telefon hatları faaliyet dışında kalmış, sokak çatışmaları, bir de Cenevre Barış Görüşmelerinden dönmekte olan devlet başkanı Aliya İzetbegoviç Yugoslavya Federal Ordusu tarafından kaçırılıyor, Sırp karargâhına götürülüyor. Yanında Başbakan Zlatko Lagumciya ve Aliya’nın kızı/mütercimi/sekreteri Sabina. Savaşın ortasında bir darbe teşebbüsü. Güneşli, güzel bir gün olarak başladı 2 Mayıs. Bitmez çatışmalarla, kırık mağaza vitrinleriyle sona erdi. Saraybosna’nın modern tarihinde en önemli gün. Tiyatrosu da yapıldı, SARTR Tiyatrosu tarafından sahnelendi.
4 Mayıs 1980. Tito’nun ölümü. İlkokul son sınıftaydık. Okul gezisine hazırlanıyorduk. Liseye başlamadan bir daha bir yere gidelim. Tito’nun ölümüyle okul gezimiz iptal edildi. Televizyondan hep cenaze merasimini takip ediyorduk. Annem o günlerde İran’da, iş gezisinde bulunuyordu. Günlerce haberini alamadık. Daha doğrusu, annem haberimizi alamadı. Telefon hatları kesik, ne gece ne sabah yurtdışında birine ulaşamazsın. Bir sabah çok erken telefon çalıyor. Babam bakıyor. (Annemin aradığını biliyoruz fakat sabahın köründe kalkmak da var). İyiyiz, her şey yolunda. Karşı taraftan annem bir şeyler anlatıyor, evet o da Tito’nun cenazesini izlemiş. Kimler gelmiş kimler… Babam güzel konuşuyor, annem raylardan çıkmıyor çünkü. (Bu bendeki raylardan çıkma alışkanlığı annemden miras, biline). “Hey, gördün mü, o Çetnik …spusu da gelmiş katılmış cenaze törenine?” Babam, “Sesin çok zor geliyor, duymuyorum, bir hışırtı var hatlarda” diyerek annemi uyarmak istiyor. Annem ısrarlı: “Yovanka diyorum, lanet olası Yovanka!”. Babam “Hiçbir şey duymadım” deyip telefonu annemin suratına kapatıyor.
Yovanka, Tito’nun karısı. O zamanlarda aralarından kara kedi geçmiş. Yoksa Yovanka Sırp generalleriyle bir müşavere yapmışmış. Artık medyada pek yoktu. O kadar biliniyordu. Annem tabii ki raylardan çıkmış, başka türlü bizlerden beklenmez ki. Telefonlar dinleniyordu, hem de nasıl. Tekrar aradı. İran’daki işleri ne zaman biter bilemiyor, ancak en geç Haziran’ın ortasına kadar evde olması gerekiyor, buradaki işler beklemesin diyor. Hepimize selam yolluyor.
Garip, bu telefon görüşmelerinden sonra polis kapımıza gelmedi. Belki annemin saf bir şekilde raylardan çıktığını biliyorlar. Belki dosyasında yazılı. Tehlikesiz.
25 Mayıs. Tito’nun doğum günü. Gençlik Bayramı. Arefesinde Gençlerin Tito’ya hediye olarak Yugoslavya’nın şehirlerini geçmiş “ştafeta” teslim edilirdi. Kuyruklarda, sokaklarda elimizdeki çiçeklerle karşılıyorduk bunu. Okula gitmemek için bir bahane daha.
25 Mayıs 1995. Tuzla. Şehir merkezinde gençlerin toplandığı Kapiya mekânına (kafesine) atılan bir roketle 71 ölü, 240 yaralı. Gençler. Gençlik Bayramında. Tito’yu da, Eşitlik-Kardeşlik ilkesini de bir daha öldürmüşler. Ölü ve yaralılar arasında Boşnaklar, Sırplar, Hırvatlar da vardı. Veya olmalıydı. Kimin kim olduğu hesaplamadık ki. Gençler işte çıkmış, gezip kahve veya kolasını içerken öldürülmüş.
22 Mayıs 1993. Yürüyerek hastaneye gidiyorum. Kötü bir şey yok, korkmayın, doğuma gidiyorum. Elimde su bidonları, pijama vs. Yanımda ablamla eşim. Deli gibi gülüyoruz. Travmatoloji hastanesine bombalar yağıyor. Biz bir apartman koridoruna giriyoruz. Hadi bismillah. Tekrar gülüyoruz.
26 Mayıs 1993. Can Ahmed dünyaya geliyor. Bugünlerde kendisi de tıp fakültesinde mezuniyet çalışmasını hazırlıyor. Doğduğu hastanede. Hatta savaş sırasında doğum evi mezuniyet çalışmasını hazırladığı hastane binasındaydı.
Şükür ki Mayısların da sonu var. Mayıs bir hayat gibi. Güzel. Heyecanlı. Ne kadar acıyorsa, ne kadar sancılı oluyorsa, yine de güzel.