Aslında sadece masamda değil, okunacaklar rafında bekleyenler de var. Bu kitapların hepsini büyük bir hevesle aldım, bazılarının yazarlarını daha önce okuduğum kitaplarından tanıyorum, bazılarının methini duydum, ilk kez okuyacağım. Ama bu kez biraz fazla biriktiler; zaman akıp gidiyor, onları okurken ülkemde nelerin olup biteceğini bilmem mümkün değil. İnsan Türkiye’de yaşıyor ve kitaplarla arkadaşlığını ısrarla devam ettiriyorsa, sıkça onları ihmal etmek zorunda kalıyor. Ya okuma hızını yavaşlatarak yapıyor bunu ya da hadiselerin şiddetine göre bir süre ayracı aynı sayfada bekleterek. Bazen de okumakta olduğum kitapla içinden geçtiğim günler arasında bir akrabalık kuruyorum. Kudüs dönüşü, ‘Zeytin Dağı’nı okumaya bu sebeple heves ettim mesela. Bundan tam yüz yıl önce Zeytin Dağı’nda bir Osmanlı Karargahı vardı; Falih Rıfkı, Cemal Paşa’nın isteğiyle onun katibi olarak halen tepenin bir yerinde duran aslen Almanlara ait karargah binasından başlıyor hikayeye. Paşanın peşisıra Şam’da, Beyrut’ta, çölün hiç bilmediğimiz yerlerinde bir savaşın son günlerini not ediyor. Türk ordusu Cerablus’a girdiğinde, iki ay önce rafa kaldırdığım kitabın yaprakları bir bir canlanmaya başlıyor hafızamda. Çölde, kendisine zimmetlenen topu terk etmediği için şehit düşen ve rüzgar tarafından kumların altına gömülen zabit geliyor aklıma…
Falih Rıfkı’nın Zeytin Dağı’ndan sonra Raymond Carver’in ‘Azgın Mevsimleri’ni okumaya başlamam tamamen şu sıraya koyma hastalığım yüzünden. İki kitap arasında ne tür ne de içerik açısından hiçbir benzerlik yok. Carver bir hikayeci, daha önce de iki kitabını okuduğum için, bu sonuncusunu almadan edemedim. Amerikan taşrasında günlük hayatı, sıradan insanları anlatıyor. Hız yok, benzetmeler yok, kurmaca merakı yok. Anlattığı insanların hayatına bir kamera yerleştirmiş, sonra da onları yazıya çekmiş gibi. Bir adam hafta sonu belli aralıklarla gittiği dağ oteline gidiyor, orada zaten tanıdığı otel sahibi kadınla birkaç laf ediyor, kendisine ayrılan kulübeye gidip yatağa uzanıyor. Derin bir şeyler düşünmesini boşuna bekliyorsunuz; yol yüzünden biraz boynu tutulmuş, bu kez karısı yanında olmadığı için yalnızlık hissediyor ve kalkıp otelin lokantasında bir şeyler atıştırıp, yeniden yatağına dönüyor. Ama ben onu okurken, bir yandan da Pensilvanya ile ilgili haberleri dinliyor, izliyorum. Bir televizyon muhabiri, “aslında burası tenha bir taşra” diyor, ‘darbeci imam’ın kaldığı yerden bahsederken; “özenle seçilmiş belli ki.” Amerikan taşrası ile İstanbul’un sıcak günleri arasında gidip geliyorum…
Carver’ı bitirince “lütfen hikayeye biraz ara,” dedim kendime. Ve masamın üzerinde epey bir vakittir okunmayı bekleyen Fernand Braudel’in ‘Bellek ve Akdeniz’ine başladım. Bir arkadaşım, tarihi şiir gibi anlatıyor, demişti bu kitap için. Aynı cümlenin içinde hem ‘tarih’ hem de ‘şiir’ kelimesi geçince tabii ki dayanamadım. Aslında sipariş bir kitap bu, Braudel bittiğinde ortada kalmış. Sonra iki başka tarihçi, zamanla ortaya çıkan bulguları da katarak, eksik olanı tamamlamışlar. Akdeniz havzasında yaşayanlar Braudel’i okurken, kendisini tarihin kahramanlarından biri olarak görmekten alamaz. Çünkü buradadır, çünkü yaşlı zeytin ağaçlarıyla, depremleriyle, savaşları ve göçleriyle hikaye halen devam etmektedir. Kitaptaki başlıklardan biri şöyledir: ‘Mezopotamya’nın Hareketli Yazgısı.’ Daha ilk cümlelerde kader insanın yakasına yapışıyor: “Mezopotamya doğarken periler onu komşularından; yani gerek doğu ile kuzeyden kuşatan, ‘hem koruyup hem tehdit eden dağlarda yaşayanlardan’, gerek batı ile güneyde hiç yakasını bırakmayan Suriye çölü sakinlerinden korumayı unuttuklarından, bu diyar hiçbir gün soluklanıp rahata erememiştir.” Ben bu cümleleri okurken, bilgisayarımın ekranından başka bazı sözcükler akıyor: İŞİD, Musul, Bağdat’da bir bomba…
Masamın üzerinde okunmayı bekleyen kitaplar var: Bernhard’ın otobiyografik beşlemesi “Neden, Nefes, Soğuk, Kiler, Çocuk”; Stefan Zweıg’ın heveslenerek aldığım cep boy ‘Satranç’ı; Alec Marsh’ın ‘Ezra Pound’ biyografisi mesela. Onların sayfaları arasında dolaşırken beni hangi Avrupa’nın karşılayacağını tahmin edebiliyorum: Çocukluğu’nun Avusturya’sını anlatırken Hitler’in düzenine ağır sözler edecek Bernhard; Zweig’ın Hitler düzeninden kaçıp Brezilya’ya yerleştiğini, orada canına kıydığını bilerek süreceğim atlarımı; Roma radyosunda Musolini’ye övgüler dizen Pound’u dinleyeceğim bir kez daha. Ve ben bu kitapları okurken Avrupa’dan yeni haberler gelecek; Ukrayna’ya doğru giderken, dönüp ‘arkamda Birleşik Devletler var mı?’ diye bakınan, İngiltere birlikten ayrıldığı için çaresizce laflar eden ve bir kez daha kimliğinin silik yerlerini Türk nefretiyle boyayan Avrupa’dan. Sonra sırada yeni kitaplar olacak; ayaklarımı tarihin yamacına uzatıp onları da okuyacağım. Arada bir kafamı kaldırıp baktığımda, dünyayı hala kendini sayıklarken bulacağım. Bütün anlatılanlar bir kez daha hayat tarafından tekrar edilecek. Bu kötü tekrardan korunmak için mecburen şiire döneceğim…