Masalları seviyorum. Ancak, bir türlü anlamıyorum, neden hep ‘Bir varmış, bir yokmuş…’ ‘Eski zaman içinde, kalbur saman içinde…’ ‘Yedi dere yedi tepe arkasında bir padişah varmış’ veya Bey olacak, veya çok fakir bir adam… sözleriyle başlıyor. Galiba bu girizgahla masal anlatıcısı okurunu/dinleyenini teskin etmek istiyor. Hani bahis konusu sen değilsin, yer de senin bulunduğun yer değil, zaman da senin zamanın değil. Halbuki masal seni, beni, buracığı, şu anı anlatıyor. Masal mecazdır. Gönlünü kırmamak için, kusurlarını cümle alemin önünde beyan etmemek için, her şey eskidenmiş, her şey uzaklardaymış gibi her şeyin başka birinin başına geldiğini anlatır masal. Masalın içindeki cinler, periler, cadılar hep senin etrafında, hatta senin içinde. Kimin kim olduğunu seziyorsun, tanıyorsun, fakat kendi kendine bile itiraf etmek istemiyorsun. Varsın olsun, diyorum. Masallardaki babalar ve oğullar zihnime takıldı. Bir türlü kurtulamıyorum.
Masallarda adaletli bir padişahın oğlu mirasını heba eder. Ortada ne adalet, ne mal, ne de devlet kalır. Cömert bir beyin oğulları babasının tüm malını mülkünü darmadağan ederler.
Masallarda fakir ve çalışkan bir marangozun oğlu gayret eder, çalışır, zengin olur.
Masallarda Kül Kedisi Prensle evlenir. Padişahın tek kızı kurbağaya varır. Kurbağanın da bir prens olduğu ortaya çıkar, bir asilzade. Fakat, yakınlarındaki cadıların nefretiyle büyülenerek kurbağaya dönüşmüş. Aşk da onu gerçek, doğal haline, fıtratına getirirmiş.
Masallarda bir kuşağın büyük bir özenle inşa edip koruduğu değerler sistemini bir sonraki kuşak yerle bir eder.
Döner çarkı felekler deriz.
Deli misin, şimdi masalların gerçek olduğunu ifade ediyorsun diyorsunuz. Sabredin biraz, açıklayayım.
Etrafıma bakıyorum: ebeveynlerin yemeden içmeden kenara bıraktıkları paralarla inşa edilen, döşenen evler miras davasından sonra varisleri tarafından kolay kolay satılıyor. Ebeveynlerin hapis cezasını göze alarak savundukları ve başarılı oldukları davaları, çocukları olmasa da, torunları tarafından istifade edildikten sonra, en adi bir şekilde ufacık maddi bir çıkar, bir koltuk, bir ihale için kullanılıp atılıyor. Hani, birisi için hala bu davanın duygusal değeri var desem gülerler. Tüketici psikolojisi hakim zamanımızda, küresel dünya, küresel tüketicilik… Zor bir ilerleme sürecinden geçerek kendilerini madden ve manen bir yere getiren ebeveynlerin çocukları genellikle mirasa konup sırt üstü yatarak ölüme kadar geçiniyorlar. Hani bizim Saraybosna’da dededen kalma bir dükkana bakarak, benim kuşağım varislerin büyük bir kısmı eğitime devam etmeden dede ve baba mesleğini devam ettirmek bahanesiyle meslek okulundan çıkıp ta zenaati öğrenmeden, çıraklık yapmadan hemen patron postuna oturmuş, babası yanında zenaati öğrenen son çırağın vefatından sonra bunun da çocukları yetişince – el işi sanat eserleri yerine aynı dükkanda Çin malı plastik ürünler satılığa çıkmış. Kolay para elde etmek, çalışmamak, üretmemek gibi hayal peşinde bu millet. Zenaatlar, el işleri de kayboldu gitti, bir sonraki kuşakta dükkanlar da varisleri arasında birer tatil parasında dönüştürüldü. Eee, yine de bu Saraybosna Çarşısındaki dükkanlarının önünde kahvelerini yudumlayarak satranç-tavla oynayan zenaatkarın oğulları, üniversitelerde tahsil gören taşralılarla alay ediyorlardı, kuru ekmek-kuru fasulye ile besleniyorlar diye. Sonra, bu tahsilsiz kalmış eski esnafın tahsilsiz evlatları, bu tahsilli taşralıların emrinde çalışmak zorunda, hatta gözlerinin içine bakarak iş için yalvarmak zorunda kalmış.
Döner çarkı felekler.
Arkadaşlarım, yaşıtlarım bir bir evlatları için evler yaptırıyorlar. Tatil, gezi, serbest zamanları değerlendirmek gibi bir şey kalmadı onlarda. Tek dertleri evlatlarının hepsine birer ev bırakmak. Ömürlerini öyle geçiriyorlar. Maksat çocuklar arasında miras kavgası çıkmasın. Halbuki, bunların da ebeveynleri, kendi hayatlarının projesi olarak onları büyütmüş, kendilerine mutlu ve rahat bir hayat yakıştırıyorlarmış…
Çocuklar da yetişince, bir bir yurtdışına giderler. Standart yüksek, imkanlar daha çok. Ebeveynlerin ölümünden sonra, kendi veletlerinin mezuniyet hediyesini – bir arabayı- alabilmek için baba evini satacaklar. Bayramlarda gelip beni huzur evinde ziyaret edecek hayaliyle. Toplum kuralları.
Bu yüzden oğlumuzu yanlış bir şekilde, zamana ayak uydurmadan yetiştirmeye karar verdik. Hazıra konanlardan, tembellerden, cahillerden, tüketicilerden nefret ediyor kendisi. Kendi saatini kendi kuruyor. Allah’tan başka kimseden yardım talebinde bulunmak onur kırıcı olduğunu öğrettik. Daha zor olduğunu biliyoruz, oğlumuzun zorlandığını görünce – gözümdeki yaşı görmesin diye başımızı çeviriyoruz. Daha mutlu olsun diye. En azından bizim kadar mutlu olsun. Hayatının, yaptıklarının değerini bilsin. Atmasın, atılmasın.
Tüketiyoruz. Tükeniyoruz çünki.
Keşke bu masal olsa.