Martı cengi

Sabahları, gün ağarırken kopardıkları çığlıklardan huysuzlandığım olmuştur. Öyle gökte uçarken değil de yakından bakınca, şuncacık gövdeden o çığlığı nasıl çıkarabildiklerini düşünüp, merakla baktığımda. Bir keresinde İstanbul’un Sakinleri diye, şehrimizde yaşayan hayvanlar üzerine derleme bir kitap için benden de bir yazı istenmiş, ben de martılarla güvercinler arasında gidip gelmiştim. Sonuçta güvercinleri yazmaya karar verdim. Çünkü güvercinleri çocukluğumdan beri tanıyordum. Evimizin çatısında, kasabadaki güvercin sevdalılarının elinde, şehirlerin meydanlarında hep onlarla karşılaşmıştım. Hatta kimi zaman uzak bir yerde kendimi yabancı hissettiğimde bir güvercin görünce hemşerim gelmiş gibi sevinirim. Gibisi bile fazla, güvercinler benim hemşerilerimdir. Ama martıları daha çok burada bu şehirde tanıdım, huylarını hiç bilmem; istedikleri kadar vapurlardan çocukların attığı simitlere süzülsünler, yine de güvercinlerin telkin ettiği sıcaklığı, samimiyeti telkin etmezler. Martı bir muammadır. Boğazda, boğaz yamaçlarında ve sahillerde kendilerine mahsus bir kuş halkı olarak yaşayıp giderler. Birden aklıma takıldı: Bir martı kaç yıl yaşar ve nasıl ölür acaba?
Geçtiğimiz günlerden birinde hava nispeten rahatladı. Yazarların klişe diliyle söyleyecek olursak, günlerdir aralıklarla yağan yağmur biraz dindi ve gökyüzü açar gibi oldu. Bilirsiniz, insanlarla mevsimler arasında daima bir muhabbet ya da bir gerginlik vardır. İşte o gün hava biraz gevşemiş, gevşer gevşemez de meydana bakan mekânların iskemleleri hemen dolmaya başlamıştı. Ben yıllarımı Yeni Valide camiine bakarak geçirdiğim; en dar zamanlarımda gönül evim yaptığım için, böyle güzel havalarda mümkünse onu cepheden görecek bir yere oturur, ara ara bakarım. Bakışırız desem de olur. Çünkü Yeni Valide’miz onca meşgalesine rağmen evlatlarını ihmal etmez, o da göz ucuyla şöyle bir bakıverir. Bakınca hemen görsün diye, şöyle caminin karşısına denk gelen bir yere kuruldum. Çayımı söyledim, meydanı gözden geçirdim, yan masalarda konuşulanlara kulak kabarttım, cep telefonum çaldı ona cevap verdim, çaya şeker atıp atmama konusunda bir süre tereddüt ettim, derken hemen yanımızdaki boş alanda bir gürültü koptu. Bir martı ordusu yere inmiş, ilk anda çözemediğimiz ama sonra şaşkınlıkla acaba ne olacak diye merak ettiğimiz bir kavgaya tutuşmuşlardı. Martılar cenk ediyordu…
Meğer martılar da cenk etmeyi biliyormuş! Başlangıçtaki tepkim böyle oldu. Sahne: Bir martı gagasında bir parça et tutuyor, karşısına geçmiş olan bir başka martı eti onun ağzından kapmaya çalışıyor, diğer martılar da bu ikisinin didişmesin kendilerine bir şey nasip olur diye ete gagalarını uzatmış bekliyorlardı. Martı cengi birkaç dakika boyunca devam etti. Et bir martının gagasından bir başkasınınkine geçti. Biri tam aldım, kaçıyorum derken daha kanatlarını çırpar çırpmaz yere düşürdü. Yere düşen et parçasını bu kez başka iki martı kapmaya çalıştı. Onlar didişirken yine ötekiler mevzie çekilip, sonuçtan kârlı çıkmak için pür dikkat beklediler. Biz, yani çevredeki insanlar şaşkınlıkla küçük bir et parçası etrafında kopan bu fırtınayı izliyorduk. Hele eti önünde tutan bir martı, onu kapmak isteyene karşı kanatlarını yana doğru açıp ergen delikanlı gibi diklenince şaşkınlığımız daha da arttı. Korkutmak istiyordu çünkü; böyle yaparak rakibine gözdağı veriyor, “bir dene bakalım” diyordu. Eke martı ile karşısındaki birbirinin cesaretini sınarken birden bir başkası et parçasına gagasını uzattı ve kavga bu kez de başka martılar arasında bir süre devam etti. Birbirlerinin vücut dillerini anlıyor, çevrelerini kontrol ediyor, onlarca martı arasından et parçasını kurtarıp kaçmanın yolunu arıyorlardı. Belli ki eti uçlarından gagalayarak paylaşmak martıların alışkanlığı değildi…
O gün, martıların et cengini seyreden civardaki insanlar “şu martılara da bak” demediler. Benim gibi benim yanımda yöremde oturanlar da bu sahneden etkilenmişlerdi. Sanki martılar bir et için didişmiyor da biz bir şeyler anlayalım diye bir temsil sergiliyorlardı. Öyle zannediyorum ki her birimiz biran bu duyguya kapıldık. Karşımızda bir anlık bir hadise seyretmiyor, yüz binlerce yıllık insanlık tarihimizin bir ana sıkıştırılmış görüntüsüne bakıyorduk. Şu martı cenginde, hikâyemizin ve mukadderatımızın akla gelebilecek bütün cepheleri mevcuttu: Zayıflar ve güçlüler, dalgınlar ve dikkatliler, korkaklar ve cesurlar, şanslılar ve şanssızlar, kurnazlar ve alıklar yani cümle tabiattan martı, bir etin etrafındaydılar işte; tıpkı insanlık gibi, tıpkı insanlar gibi. Neticeyi sadece cesurların cesareti değil korkakların korkaklığı da belirlemekteydi. Açıkça görülüyordu ki kaderimiz bir yanıyla kolektifti. Bütün insanlığın cehdi ve huyları yoğruluyor, bizim nasibimize de bir şeyler düşüyordu. Martı cengine bakarken şunu da anlıyorduk: Cesaret ve korkaklık ya da kurnazlık ve alıklık; hepsi de mukadderatın süsleriydi. Sonunda cenk bitti ve et parçasının kimde kaldığını anlayamadık…