Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasının ardından İngiliz kuvvetleri, ittihatçılara muhalif gruplarla birlikte İstanbul’da adeta bir insan avına girişti. Birbiri ardına gelen tutuklamalarla sadrazamlar, nazırlar, şeyhülislamlar, kumandanlar, ileri gelen bürokratlar, mebuslar, valiler ve gazeteciler yaka paça edilerek polis müdüriyeti binası olarak kullanılan Sansaryan Hanında ve Bekirağa Bölüğünde perişan bir vaziyette alıkonuldular. İttihatçılara muhalif olan tarafın desteklediği kabineler devletin bu vaziyete düşmesinde suçlu olarak gördükleri isimleri kanun yoluyla hapisle cezalandırmak yerine sürgün etme arzusundaydı. İşgal kuvvetlerinin temsilcileri de aynı fikirde olunca tutuklanan pek çok isim Malta’ya sürgün edildi. 1920 yılının Kasım ayına gelindiğinde sürgün edilenlerin sayısı 144’e ulaştı. Kamyon kasalarında Tophane’ye getirilen tutuklular aileleriyle doğru dürüst görüşme fırsatı bile bulamadan Prenses İta vapuruna bindirilip yola çıkarıldı.
Kaleye hapsedildiler
Sürgün vapuru, İngiliz makamlarından aldığı emir üzere Sait Halim, Abbas Halim, Mahmut Kamil Paşa, Ali Münif, Kara Kemal, Ziya Gökalp, Mithat Şükrü, Ahmet Ağaoğlu ve Hüseyin Tosun beyleri Mondros’a bırakıp yoluna devam etti. Malta’da sıkı tedbir alan yetkililer, sürgünlerin dışarıyla yapacakları her türlü haberleşmeyi kontrol altına almışlardı. Hatta Hariciye Vekâletine gönderilen bir yazıyla tutuklulara gönderilen mektuplar da önce onların elinden geçecekti. Süngülü muhafızların rahatsız edici bakışları altında Malta’ya ayak basan mahkûmlar eşyaları ellerinde Salvator denilen bir kaleye sevk edildi. Sadece demir karyola ve tahta masaların olduğu odalara tıkılan tutuklular üzerlerindeki para ve ilaçları teslim etmiş, uzun bir süre aç ve susuz kalmışlardı. Ancak akşama doğru bir şeyler yiyebildiler. Hüseyin Cahit Yalçın sürgündeki ilk günleri şöyle anlatıyor:
“Bu akşamın bize hediyesi derin bir hüzünlü düşünce oldu. Hiçbir bulutla lekelenmeyen gök sanki derin bir kederin gölgesiyle kararmış gibiydi. Üzerimize yağan bu hüzün ve elem dalgası içinde geniş ve sonsuz bir yalnızlık bizi kaplıyor, boğuyor ve çok derinlere sürüklüyor gibiydi…”
Dünyayla irtibatı kesilmiş bir kalede, İstanbul’da bıraktıkları yakınlarından haber alamayışlarının üzüntüsüyle geçen günler Malta sürgünleri için adeta bir ıstırap olmuştu. Mahkûmlar kendilerine verilen ekmek ve margarin yanında patates ile Avusturya etini ilk günlerde nasıl pişireceklerini bilememiş ancak haftalar sonra kalede açılan kantinden peynir, sardalye gibi yiyecekler alabilmişlerdi. Ayrıca kantinde başlatılan kalem ve kâğıt satışından memnun olanlar hemen mektup yazmaya girişmiş, yaşadıkları acıyı aileleri ile paylaşarak dindirmeye çalışmışlardı. Haftalar geçtikçe çektikleri sıkıntılara alışan Malta yâranı, Hüseyin Cahit’in başkanlığında bir idare heyeti kurdu. Bu heyet İngiliz makamlarına uğradıkları haksızlığı anlatan yazılar kaleme almaya başlarken Hürriyet ve İtilaf Fırkasını da suçlamayı ihmal etmedi. Yetkililerden hiçbir cevap alınamayınca yazıların üslubu değişti, daha şiddetli hatta suçlayıcı ifadeler kullanıldı lakin yine bir muhatap bulunamadı.
Yeni sürgünler de getirildi
Tutuklulardan ibadet etmek isteyenler Ubeydullah Efendinin imametinde bahçeye serilen battaniyelerin üzerinde namazlarını eda edebiliyordu. Cemaatle kılınan namazların müezzini Miralay Celal Bey’di. Bu arada kalede geçen uzun gecelerin tek neşesi rüya tabir edenler ile fal bakanlardı. Hatta Enver Paşa’nın babası Ahmet Paşa’nın bu işlerde çok usta olduğu biliniyordu. Yemekleri Ahmet Paşa’nın kâtiplerinden tarikat ehli Habip Bey yapmaktaydı, zira İngiliz makamlarının aşçı diye gönderdikleri Mısırlı görevlinin hazırladığı öğünler yenecek gibi değildi.
Mahkûmlar İstanbul’dan ayrıldıktan ancak iki ay sonra kendilerine ulaşan mektuplarla Salvator zindanını bayram alayına çevirmişti. Gönderilen hediyelerin arasına ustaca sıkıştırılan İstanbul gazeteleri yaşanan sevinci bir kat daha arttırmıştı. Bu arada Mısır’daki esir kamplarından, önce eski Diyarbakır mebusu Feyzi ve Zülfi Beyler ardından da Medine müdafi Fahri Paşa Malta’ya getirildi. Mısır’dan gelenler, dünya ahvaline buradakilere nazaran daha vakıf olduklarından olan biten tüm hadiseleri saatlerce kaledeki diğer gruba anlatmak zorunda kaldı. Daha önce Malta’ya varmadan Mondros’ta bırakılan kafile de İngilizler tarafından tekrar adaya nakledilmişti. Ancak bu grup başka bir kışlaya yerleştirilmiş ve getirildikleri de gizlenmişti. Salvator Kalesindeki tutuklular bir müddet sonra Vardela Kışlasında Mondros’tan getirilen sürgünlerle birleştirildi (Ocak 1920).
Bu kışla Salvator Kalesine göre adeta bir otel gibiydi. Öyle ki mahkûmlar ilk kez burada sandalye yüzü gördü. Kışla, küçük zabitlerin kalması için inşa edilmiş, denize nazır dayalı döşeli odalardan oluşmaktaydı. İşgal kuvvetleri tarafından İstanbul’da tutuklananlar da sürgün olarak buraya getiriliyordu. Hatta ilk gelen kafile içinde Rauf Orbay gibi önemli isimler de vardı. Vardela Kışlasında nispeten rahat geçen günler çok uzun sürmedi. Grup buradan Polverista Kışlasına nakledildi. Bu kışlaya da art arda Yemen Kumandanı Sait Paşa, gazeteci Velid Ebüzziya, Süleyman Nazif, Celal Nuri beyler, Ahmet Emin Bey ve İzmir Valisi Abdühalik Bey ile birkaç isimden oluşan son bir kafile daha geldi. Yakalanıp sürgün edilenlerden çoğu neden bu cezaya çarptırıldıklarını bilmiyordu. Mahkûmların arasında siyasete hiç bulaşmamış, hayatı boyunca sessiz sedasız yaşamış isimler dahi vardı.
Günler geçmiyor
Polverista Kışlasında İngilizler haftanın belli günlerinde ikişer saat olmak üzere dışarıda gezilmesine müsaade ediyordu. Kurallar esnetilmiş, haberleşme olanakları artmış, kışlaya bir çamaşırcı kadın sokulmasına izin verilmişti. Sürgün edilenler arasında tanınmış simalardan olan Rauf Orbay metanetiyle herkese örnek oluyor, boş vakitlerinde Ağaoğlu Ahmet Bey’den Rusça öğrenmeye çalışıyor, sık sık oda arkadaşı Yakup Şevki Paşa ile bahçede dolaşmaya çıkıyordu. Sait Halim Paşa’nın kardeşi Abbas Halim Paşa ise bir dil okulu açmış gibi isteyenlere İngilizce dersi vermekle kendini avutuyordu. Halil Bey (Meclis-i Mebusan başkanı) kamp kumandanlığıyla ilgili tüm münasebeti yürüten isim olarak idare amirliği görevini üstlenmişti. Bunun dışında o da bir taraftan hatıralarını yazmış, arkadaşlarıyla tavla turnuvaları düzenlemişti. Ziya Gökalp her gün belli saatlerde zindandakilere felsefe dersleri ve genel konferanslar vermekten memnundu. Onu yakın takip edenler arasında Salah Cimcoz, Ali İhsan, Çürüksulu Mahmut ve Ali Sait Paşa da vardı. Bütün zindan hayatı boyunca bir defa bile şikâyet ettiği duyulmayan Ziya Gökalp, İngiliz makamlarına yazılan ve herkesin imzaladığı şikâyetnamelere imzasını atmayan tek kişiydi. Polverista Kışlasında hayat bu şekilde devam ederken mahkûmlar arasında kaçış planları yapanlar da vardı. Başlarında eski valilerden Cevdet Bey olmak üzere Hüseyin Cahit, Mithat Şükrü, İsmail Canbulat ve birkaç kişi daha firar teşebbüsünde bulunsalar da başarılı olamadılar. Ancak kaçmaktan vazgeçmeyen Cevdet Bey ve on altı kişilik bir kafile yaptıkları son bir planla İtalya sahillerine ulaşıp kurtuldular.
Malta Sürgünleri, geçirdikleri bu kötü zamanların ardından İngiliz ve Türk Hükümetlerinin karşılıklı esir anlaşması kapsamında kurtarıldı. Mübadele 30 Ekim 1921 yılında İnebolu’da yapılacaktı. Anadolu’daki İngiliz esirler İnebolu’ya ulaşırken Malta’da ki Türk mahkûmlar önce İstanbul’a daha sonra İnebolu’ya getirildi. İnebolu sokaklarını bayraklarla donatan halk, yağmurlu bir hava olmasına rağmen geç saatlere kadar beklemiş, Malta Yâranını coşkuyla karşılamış, esirlerimizin vatan toprağına ayak bastıklarına şahit olmuşlardı. Bu süreçte yaşananlar İngilizlerin izlediği yüz karartıcı siyasi politikalarına sadece bir örnekti. Büyük Millet Meclisimizin bu zor zamanda gösterdiği basiret ise gerçekten takdire şayandı.