Makbule Yalkılday’ın ömürlük koşusu

Oorada iyilik sağlık içinde, diye hatırlıyorsunuz uzaktan; nasılsa gider, ziyaret ederim bir öğleden sonra yine, sohbete otururuz, söz sözü açınca berrak hatıraları yine gün yüzüne çıkar. Makbule Yalkılday geçen sene komaya girmiş, ama hastaneden eski sağlığına kavuşmuş olarak dönmüştü İzzet Baysal Huzurevi’ne. Huzurevinin müdürü Murat Soylu haber vermek için aramış, eksik olmasın, yurtdışında olduğum için telefonum devre dışı bir süredir, haberleşemedik. Makbule Hanım’ın yeğeni Burcu Hanım twitter’dan mesaj gönderince öğrendim vefatını.
Dünyada bir sütun kaydığı hissi içindeyim; iyiliklerle dolu, ömrü yakınları ve muhtaçlar için çalışmakla geçmiş mübarek bir kadındı Makbule Yalkılday. Kurtuluş Savaşı çocuğu, 1914 İstanbul, Fatih doğumlu. Kalabalık, Kırım asıllı bir ailenin iki kızından büyüğü. “Yalkılday” Kırım Türkçesinde “güzel” demekmiş. Gözleri yakut rengi gibi gelirdi bana. 450 yıllık bir tarihleri var İstanbul’da. Bir dedeleri sarayda tuğracıbaşıymış.
Babası Fatih’te, Kadınlar Pazarı diye bilinen yerde büyük bir manav işletiyor. Ev hanımı annesi hem kızlarının hem de oğullarının eğitim görmesi için çabalıyor. Çocukluğunu erkek kardeşleriyle haşır neşir geçiriyor Makbule Hanım, yarı erkek terbiyesiyle büyüyor. Dönemin ideal kız mesleklerinden sayılan doktorluğu tercihte kararsız kalınca, Güzel Sanatlar Akademisi’ne çeviriyor yüzünü. “Erkeklerle karışık okumaya sıcak bakmazdı aileler, o nedenle mimarlık okuluna gönderilmezdi kızlar. Ben altı erkek kardeşle beraber büyüdüğüm için karışmayı önemsemezdim” diye anlatmıştı. Güzel Sanatlar Akademisi’nde bina içinde vestiyerin arkasında namaz kıldığını hatırlıyor okul arkadaşları.
Mimarlığı seçmesinde tesadüflerin payı büyük. Gerçi “İmarı inşaatı seviyordum” diyordu. Annesinin desteğiyle, ailesinin erkeklerinden gizli saklı olarak DGSA’da mimarlık eğitimi görüyor. Kısa süren bir büro deneyiminin ardından İstanbul Defterdarlığı’nda çalışmaya başlıyor. İstanbul Defterdarlığı Emlak Müdürlüğü’nün ilk kadın mimarı. Özel bir şirkette çalışmaktan vazgeçme sebebini “müteahhitlerin sekizlik demir yerine altılık demir koymaya çalışmalarına” katlanamamasıyla açıklıyordu, 2011’de Cumhuriyet gazetesinden Ali Deniz Uslu’ya verdiği, kendisiyle bu güne kadar yapılmış tek kapsamlı röportajda. Türkiye’nin cami projesi çizmiş ilk kadın mimarı. Sayısını hatırlayamadığı kadar çok caminin restorasyonunda çalışmış. Ne var ki bu çalışmaları defterdarlık görevi kapsamında gerçekleştirdiği için kayıt tutmamış.
Etrafına verdiği bir güven var. 55 yaşında emekli oluyor, ancak Bakanlığın talebi üzerine 60 yaşına kadar aynı yerde sürdürüyor çalışmayı. Kolluyor, gözetiyor kardeşlerini, yeğenlerini, o yüzden evlenmeyi sürekli erteliyor. Ben 2015’te onunla ilgili araştırma yapmaya başladığımda Cumhuriyet röportajı dışında bir kaynağa rastlayamadım ilk aşamada. Mimarlık dergisinin 4 Nisan 1973 tarihli sayısında adı “Mesleğinde 30 yılı dolduran üyelerimiz” başlığı altında geçiyor. Otuz mimar arasında sadece üçü kadın. Bu üç kadından biri olan Cahide Tamer de restorasyon alanında tanınmış bir mimar.
Huzurevine gidip gelirken yeğenleriyle de tanıştım Makbule Hanım’ın. Onunla yaptığım uzun bir röportaj var, bir türlü yayına hazırlayamadığım. Hafızasında silikleşen bazı konularda yeğenlerinin yardımı oldu, ancak uzun ömrünün birçok önemli ayrıntısı akrabaları kadar kendisi için de kayıptı; Sultantepe’de, temelden restore ettiği caminin ismi için olduğu gibi.
Sultantepe’de aynı tarihler içinde restore edilmiş camileri gezmiştik bir gün rahmetli şehit Mustafa Cambaz’la. Bütün tarihimiz boyunca kadın mimarlar tarafından temelden yeniden yapılan ilk camiyi bir şehitle birlikte ararmışım. Bütün gün birlikteydik Mustafa Cambaz’la, işini bu kadar titizlikle yapan az insan bulunur, diye düşünmüştüm. Aynı gün restore tarihlerini bilmenin de güveniyle, Makbule Yalkılday’ın temelden restore ettiği caminin Sultantepe Müderris Abdülbaki Efendi Camii olduğuna neredeyse emin olmuştum. Fatih Camii, İsmailağa Camii gibi birçok camiyi restore etmiş Yalkılday.
İyilik yaparak yaşadığı hayatın bir ödülü olmalı, neşeli, dingin, hoşsohbet bir insandı rahmetli Yalkılday. Kendi elleriyle ördüğü rengarenk, şapkayı andıran bereler takardı. Son gidişlerimde hep beyaz beresini taktığını fark etmiştim; kendisine yakıştırıyordu demek. Olgunlaşma Enstitiüsü’nün ilk kız öğrencisiydi. Giyim kuşamı konusunda özenli, nasıl göründüğüyle çok ilgiliydi, yüz yılı aşmış olmak hayat tarzı ve kişisel bakımı konusunda titizliğinden tek bir ayrıntı eksiltmemişti. Babası erken yaşta vefat ettiği için erken yaşta aileyi koruyucu bir rol üstlendiğini, yemek yapma fırsatını pek bulamadığını anlatırdı. “Hayatımda bir kez yumurta pişireyim dedim, dibine yandı” demişti. Huzurevinin yemeklerini beğenerek yiyordu. Hayatında hiç sigara içmemişti. Çaya düşkündü. Çayını sehpayla önüne koymak istediğimizde, oynatmayın, ben uzanırım, demişti bir keresinde.
Son olarak bir yıl kadar önce Ayşe Olgun’la ziyaret etmiştik. Ezberindeki şiirlerden okumuştu; Ayşe kaydetmişti bazılarını. “Fuzuli, Akif, Sadi… Hepsinin şiirlerini kafi şekilde okurum, ama hiçbirine tabi değilim (yani, “çok tutkunları değilim” C.A.)” demişti. Uzun yıllar yanında yaşadığı –çok sevdiği- yeğeni Timur, çocukluk çağlarında Hayat dergisi ciltlerini döne döne okuduğunu söylemişti telefon konuşmamızda. Elmalılı Hamdi’nin oğlu tarafından hediye edilen tefsiri hep elinin altındaymış.
Hafızası zaman zaman bulansa da unutmadığı simalardan biri, Huzurevi Müdürü Murat Soylu. Ömrünün bu çağında aile sıcaklığını temsil ediyordu, huzurevi sakinleriyle konuşurken yüzünden tebessümü eksik etmeyen Soylu, onun için.
Son ziyaretlerimden birinde, eşimle ona birinci kattaki odasına kadar refakat etmiştik. Kolunda çantası, hafif topuklu ayakkabılarıyla seke seke çıkmıştı merdivenleri. Hedefine koşarak ulaşmayı olduğu gibi yokuş tırmanmayı de seven bir insandı. “Yüz yılı aşan bir yalnızlığı” narin omuzlarında neşesi eksik olmayan bir güçle taşıdı. Onunla ilgili olarak “Türk Mimarisinde İz Bırakanlar” kitabı için yazdığım yazıya, yeğeni İhsan Yalkılday’dan dinlediğim bir sahneyi yerleştirmiştim:
“ Sabah erkenden uyanıp hazırlanırken bir yandan da Fener İskelesi’ni gözetlemeyi ihmal etmiyor. 1920’lerin sonları, ortalık binalarla kaplı değil henüz; Çarşamba’daki evin balkonundan görüyor, işte, vapur Kasımpaşa’dan doğru Fener’e gelmekte. Koşarak evden çıkıyor, soluk soluğa iniyor yokuşu ve Fener İskelesi’nde vapuru yakalıyor. Eyüp Lisesi’nin orta bölümünde öğrenci. İzzet Baysal Huzurevi’nde ziyaretim sırasında, “Ben hep bir şeylere yetişmeye çalıştım, yetişmek için de koşmayı tercih ettim”, diye anlattı bana. Koşarak ve yokuş tırmanarak bir yüzyılı geride bıraktı. Neredeyse yarım asrı bulan iş hayatı boyunda yüzlerce projeyle şehrin imarına, güzelleşmesine katkıda bulundu. Camileri restorasyonla canlandırdı, rölöveyle kayıt altına aldı. Sayısız bina yaptı. Severek, tutkuyla çalıştı. Buna karşılık, hâlâ hayatta olduğu halde çalışmalarının, eserlerinin pek azını biliyor olmamız bir hayli düşündürücü.”