Mahcubiyet yılları

Çoğu insan dünyanın halini kendi bağlamları, hesaplarından ibaret görüyor. Geçim sıkıntısı çekmiyorsa, ev kirası ödemiyorsa, işinin kalıcılığına ve banka hesaplarına güveniyorsa, etrafında işsiz yoksa, herkes için de işlerin yolunda gittiğinden, gidebileceğinden şüphe etmiyor. İş güvenliği sağlanmadığı için “iş cinayetleri” denmesi anlaşılır olan cinayetler, hiçbir hesap verme sorumluluğu olmaksızın işten çıkarılan işçiler, üç kuruşa izbe atölyelerde ekmek parası kazanmaya çalışan mülteci çocuklar, iftira kurbanı mahkumlar, nefes almanın mümkün olmadığı kalabalık sınıflarda dersi anlamaya çalışan çocuklar kendi uzayının dışında kaldıkları için namevcut görünüyorlar. Bazen de ömrün belli bir çağından sonra, dünya hep böyle olmuş zaten, açıklamasına sarılıyor hâlinden memnun olmasa bile yeniden düşünmeye üşenen.

“Öyleyse nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir 26) diye soruyor ya ayet-i kerime… Hasbelkader sahip olduğumuz her şey için yoksunlar karşısında mahcubiyet duyduğumuz yıllar nasıl da uzak görünüyor… İhlas, tevhid, şura, takva, hicap gibi kavramlar İslamiyet’i yeniden öğrenmeye çalıştığımız 1980’lerde bazıları dergi ismi olacak kadar hayatımızın merkezinde yer tutuyordu.

Hicap çok kapsamlı bir kavram. İçselleştirilmiş hicap kendinde bulunan güzellikleri veya imtiyaz sağlayan her türlü varlığı göstermemeye sevk eder. Kendisi için istemeyeceği kötülüğü veya imtihanı başkası için de istemez hicap sahibi. Mahremiyet bağlamında hicap olgusu sadece kadınların başörtüsüyle değil, erkeklerin de bakışlarının örtüsüyle de korunuyor… Kapitalizm hicabın perdesini açarak kuruyor iktidarını. Gösteriş, saçıp savma, nicelikle övünme gibi yozlaşma alametleri çoğaldığı zaman ise fıtratı temiz gençliği hicabın pahalı başörtüler örtmekle gerçekleşeceğine inandıramıyorsunuz. 2000 yılında İslamiyat dergisinde yayımlanan “İran’da Siyah Yorgunluğu” başlıklı yazımda İranlı gençlerin “hicap” dayatması karşısında yaşadıkları kayıtsızlaşmayı konu etmiştim. Dini değerlerin resmi bir dille vazı, hayatiliğini silikleştiren bir etki uyandırıyor gençler üzerinde. Hani onların sorularının cevapları, hani bekledikleri içtenlik, saygı, muhatap alınma arzusu ve diğerkâmlık…

Kimseye kendi hayat tecrübemizi uygunluğu tartışma kabul etmeyen bir giysi gibi giydiremeyiz. Ancak gençlere, kişisel keşif süreçleri için destek borçluyuz ve elbette kavramlarımızı yaşatma konusunda da içtenlik. 2009’da yazdığım “Başörtüsünün Desenleri: Hicap, Takva ve Rıza” başlıklı yazıda ve daha sonra başka yazılarda da benzeri düşüncelerimi dile getirmiştim. Yükseklerde bir yere bağlılığın ifadesi olarak başını örten, başka işlerinde de aynı hassasiyeti gözettiği ölçüde inandırıcı oluyor hicap konusunda.

Kendine, karşı cinse ve hemcinsine karşı bir tevazu arayışının ifadesidir de hicap yolculuğu. Değerler muhatabının kişisel hikayesini hesaba katmayan paketlerle, buyurgan bir dille içselleştirilemez. İncelikli muaşeretle, insana yönelik saygıyla hayat bulur hicap. “Asıl hicap insanın nefsindedir” diyor ya Musa Carullah…

1980’lerde işçi sorunları olsun benzeri haksızlıkların hukuksuzlukların yaşandığı rüşvet, adam kayırıcılık, torpil, evsizlik gibi sorunlar olsun İslami kesimlerde düzenin pozitivizminden beslenen maddeci tabiatıyla izah edilirdi. İktidar alanı oluşturma sürecinde bu eleştiriler sürse bile eskisi kadar dile getirilmiyor. Devletle çalışma sürecinin oluşturduğu yeni mantığa göre işçi sorunları kalkınmanın doğal kazaları sayılıyorlar.

Flormar işçisi kadınların derdi ne, niye aylardır duyuyoruz çalıştıkları firmanın adını… İş kazaları gibi grev haberlerinde de hakları ihlal edilen insanların yaşadıkları zorluklar anmaya değer bulunmuyor değil mütedeyyin kesimlerde, tersine katıldığım toplantılarda kalkınma adına paranteze alınan insanlık yaraları gündeme geliyor hep. Gelgelelim medyada iş çevrelerini tedirgin etmekle hükümeti rahatsız etmek aynı şey olarak görülüyor. İyi de bizler bu sorunları dile getirmediğimizde iş çevreleri nasıl kendine çeki düzen verecek, hükümet çevreleri bu sorunların ciddiyetini nasıl fark edecek… İki aydır ücretini alamadığı için kendini ateşe veren işçinin acısı ve elbette davası gündemimize nasıl dahil olacak…

Katıldığım bir toplantıda bir bürokrat trafikten şikayet ederken, “İçimizde metroya binen yoktur herhalde” demişti. Metroya binmeyen bir siyasetçi hayatın nabzını nasıl tutabilir? Metroya binmemek nasıl olumlu bir ayrıcalık olabilir… İhtiyarlık bazen konformizmle aynı şey ve ihtiyarlık bazen yaşla da ilgili olmuyor. Gösteriş düşkünlüğü, nümayiş eskiden de vardı ama şimdilerde sergileme kanalları çok daha yaygın. Yaşadığımız her şey kavramlar ve olgular üzerine yeniden düşünmeyi sağlamıyorsa hayatın derslerini kaçırıyoruz demektir.

Daha fazla bir sofranın etrafında, kitabevinde, çay ocağında, izbe bir apartmanın salonunda, kelimeleri işitilmez olmuş acılı insanların sorularında bir araya gelip yeniden düşünmeli, “Ne Yapmalı?” diye… Hicaba yüklediğimiz anlam Allah nazarında olduğu gibi halk indinde de mahcup olma endişesini gerekli kılıyor çünkü.