Mahcubiyet Öyküleri

Ersin Yılmaz, 1990 İstanbul doğumlu genç bir kalem. Aslen Eskişehirli. Ege Üniversitesi İstatistik Bölümünden mezun olmuş. Bir süre Kahramanmaraş’ta yaşamış. Halen Muğla Üniversitesin İstatistik Bölümünde araştırma görevlisi olarak çalışıyor. Bilebildiğim kadarıyla daha önce dergilerde gördüğümüz bir kalem değil. Kendi yalnızlığında, kendi başına, kendi kozasını örmüş bir ipek böceğini andırıyor. Çünkü o koza yakınlarda çatladı ve genç yazarın kumaşı ortaya çıktı: “Mahcubiyet Öyküleri.” Mahcubiyet Öyküleri, yaşını tahmin etmekte güçlük çektiğimiz, muhtemelen genç bir kahramanın bitip tükenmeyen iç konuşmalarından meydana geliyor. Bu konuşmalar kırk bir bölüme ayrılmış ve her bölümün başına okurun da aşina olduğu yazar, şair ya da tanınmış kitap kahramanlarının sözlerinden epigraflar konulmuş. Bu epigraflar, insanda bir tanıdık aracılığıyla içeriye buyur ediliyormuş hissi veriyor. Ama içeriye girdiğinizde birden hikâyecinin şahsi anlatı ormanında buluyorsunuz kendinizi. Orman diyorum çünkü isimler yok, yer adları yok, mekânı ve olayları işaretleyebileceğiniz bir harita da yok. Anlatıcı dünyaya karşı konuşuyor; en çok da kendi küçük dünyasına karşı…

Kırk bir bölüm boyunca bir insan tekrara kaçmadan nasıl bu kadar maharetle konuşabilir, kızabilir, sızlanabilir, pişmanlıklar duyabilir ve bütün bunları okuyucuyu sıkmadan, kendi atmosferine dâhil ederek yapabilir? Ersin Yılmaz bunu başarıyor. Kitabı okurken, acaba her bölümde başka bir özne mi konuşuyor diye de sormadan edemiyoruz; kırk bir çocuk kırk bir kere maşallah diyeceğimiz bir dille bir çeşmenin ince suyu gibi akıp duruyor olmasın? Ama bu sorumuz da ortada kalıyor. Çünkü konuşan öznenin adı yok. Muhtemelen bir tek kahraman gövdesinden kırk bir oluk açıp, aynı suyu muhtelif zamanlarda, mevsimlerde ve ruh hallerinde dışarıya bırakmış ve böylelikle rahatlamış. “Mahcubiyet Öyküleri” bir rahatlamalar kitabı olarak da okunabilir pekâlâ. Edebiyatın böyle bir kanalının olduğunu biliyoruz:  David Markson’ın yazdığı “Wittgenstein’ın Metresi” böyle bir metindi mesela. Bu tarz metinlerde bariz bir hikâye olmadığı için okuru kitabın içinde tutmak çok zordur; kitapla ilişkimizi belirleyen, bir kaosun çekici hale getirilip getirilmediğidir. Bu kaosu öncelikle yazarın içselleştirmesi, bir düzene sokması ve bize kabul ettirmesi gerekir. Ersin Yılmaz naif anlatısıyla kaosunu okurun iç sesi haline getirmeyi de başarıyor…

Bir ilk kitap olarak “Mahcubiyet Öyküleri” temiz bir Türkçeyle kaleme alınmış. Uzun, yorucu, muğlâk cümleler neredeyse hiç yok. Konuşkan, bir başkasına değil öncelikle kendisine konuştuğu için belki imalara, zorlamalara girmiyor. Ersin Yılmaz’ın “basit” anlatımı gücünü samimiyetinden, şairlere mahsus buluşlarından, bize, “benim de içimden böyle geçmişti” dedirtmesinden alıyor daha çok. Ve sıkça kitabın isimsiz anlatıcısının nasıl birisi olduğunu merak ediyoruz. Bazen şiddetle de merak ettiğimiz oluyor. Sebebi, onun her birimizin içinden çekilip alınarak ya da her birimizin iç sesinden devşirilerek bir araya getirilmiş bir kahramana benziyor olması. “Kitabın konuşanı kim?” sorusuna ben, sen, o diye de cevap verilebilir. “Ben, sen, o” ama “biz, siz, onlar” değil. Bir insan tekinin dünyaya karşı kullanabileceği biricik silahını, yani dili kullandığı kırk bir hikâye var önümüzde. İlginç olan, bu görünmez anlatıcıya kitap boyunca “artık sus” diyecek bir bahane de bulamayışımız. “Mahcubiyet Öyküleri” hem duru bir dil kullanan, hem anlatıcısını yeknesaklıktan uzak tutmayı başaran, hem de dünyayı bir “iç olay” haline getirebilen bir kalemin elinden çıkmış…

Ersin Yılmaz’ın “Mahcubiyet Öyküleri” için kurulabilecek en uygun cümle şu olsa gerek: “Bu kitap, dünyayı bir ‘iç olay’ haline getirmeyi başarabilmiş.” Böyle olduğu için de hepimizin bir iç olayı olarak akıyor cümleler. Şöyle mesela: “Bu günlüklerin hemen şimdi salıverilmesi gerek. İkide bir can sıkıcı buzullar düşüyor aşağılara. Daha kim bilir kimler sırt çeviriyor birbirlerine. Her an ikircikli biçimde, coşkulu, neredeyse ağzımdan salyalar akarcasına ve tuhaf biçimde iffetli bir tahammül seyrediyorum. Gülümsemelerin giderek çirkinleşmesi vesaire. Taşkınlıkların daha çok göze batması diyelim. Tutup da boğazını sıkayım, artık böyle devam etmesin diye yaşamımın üzerine çullanmam ne zaman olacak diye merak ediyorum. Evet, lafları çoğu zaman ağzımdan geveliyorum. Hiç sevilmeyen, sanki sakinmiş gibi ama zerre kendinden emin olmayan bir ses tonu ile insanları çileden çıkartıyorum. Hayır! Muhtaç değilim diyorum size. Bana bulaşmayın, mayın yın ın…! Halbuki elimde bir kırbaç olsa ve yere düşse, kendimi öyle çaresiz hissederim ki. Kırıntılarımı özlüyorum. Nihayetinde bir nebze de olsa benimdiler onlar. Bir sembol meselesi. Şimdi gözlüklerimi çıkarıp masaya koyuyorum ve karşımda duran adam sanki orada yokmuş da ben onu hayal ediyormuşum gibi bakıyorum. Üzerimde sonsuz bir rehavet ve uçsuz bucaksız bir ukalalık mevcut. Pencereden görülebilen yalnız morarmış bulutlar. Gün can veriyor…”