Türkiye aşağı yukarı Gezi olaylarından bu yana kutuplaşmanın tırmandığı bir ülke. Söylediğiniz her söz yaptığınız her yorum bu kutuplaşma içinde bir yere oturtulmaya çalışılıyor. Bütün hayatınızı, tecrübelerinizi, dualarınızı ve ümitlerinizi, okuma ve yazma faaliyetleri sonucunda edindiğiniz birikimi ve geliştirdiğiniz hayat telakkisini kapalı bir pakete, kimlik kartına, birkaç slogana dönüştürmeniz bekleniyor. Hiçbir zaman olmadığınız şekilde tarafgir bir kişi haline gelmenizin talep edilmesi de cabası. Kuzey ormanları için bu tarafgir mantığın ötesinde bir üzüntü yaşayamaz mı insan? AKM’nin gerçekten kötü bir projenin eseri olduğunu düşünemez mi?
Eğer cümleniz bir tarafın işine yarıyorsa makbul, diğer taraf açısından ise hain veya kandırılmış safsınız. Bütün bu ifadelerin sokakta bir karşılığı var mı peki? Çok şükür, genellikle yok. Bazen bir yazar, Türkiye’nin hiç bu denli kutuplaşmadığını öne sürüyor. Bu da aslında doğru değil.
Elbette kutuplaşma sebepleri eksik olmayan bir toplumuz. Zengin-yoksul, köylü-şehirli, Türk-Kürt, Sünni-Alevi, dindar-laik… Şimdilerde oruçlu-oruçsuz çatışmaları öne sürülüyor. İstisna teşkil eden örnekler bu konuda bir genellemeye dönüşürken farklı bir kutuplaşmaya yakıt haline getiriliyor. Her kesimin bağnazı var. Biri üzerine gide gide saygısızlık ediyor belki, diğeri üzerine gide gide saygı bekliyor.
Mesele şu ki geçmiş dönemlerdeki kutuplaşmalarda İslamcılar arabulucu bir dille bir umut sunmak üzere oradaydılar. Şimdi ise yeni kutuplaşmanın taraftarı olarak yepyeni soruları karşısında muhtelif tavırlar sergiliyorlar. Adil olan ve olmayan yargılar birbirine karışıyor. Kimse her zaman haklı olamaz; ancak kutuplaşmanın oluşturduğu toz duman bu gerçeğe bağlı olarak gözetilmesi gereken adaleti büyük bir paranteze alma hakkını görüyor kendinde.. İslam adına iddialarda bulunup da hakkaniyetli olamamak ise elbette büyük bir vebal yüklüyor üzerimize. Bu görüşlerimi geçtiğimiz Perşembe günü TYB İstanbul Şubesi’nin iftarında da dile getirdim. Hep Türkiye’nin Batı emperyalizmi karşısındaki ayrıcalıklı rolüne daha doğrusu misyonuna işaret edilir. Oysa Türkiye bu misyonu ancak kendi içinde sağladığı bir güçle üstlenebilir.
Varoluşunu karşıtlığın çekişmelerine dayandırmanın lüksüyle idare edemeyecek kadar değerli, aynı zamanda saldırılara açık bir ülkeyiz. Halk gündelik hayatında bunun bilincine uygun yaşar. Ortak alanların kıymetini bilir. Kutuplaşma dili yükseldikçe bu ortak alanlar suskunlaşırken yerini ekranların hakimiyeti alır. Kapitalizm, futbolu ortak bir alan olarak göstermenin hazzını öne sürer.
Çığlık çığlığa slogan atmak da aslında konuşmamanın bir yolu. Bir yara daha ne kadar kanayabilir, bir varlık daha kaç parçaya ayrılabilir?
Mustafa Başpınar’ın Nisan ayında yayımlanan Annemin Gözleri (Dergah, 2016) başlığıyla yayımlanan öykü kitabını yayımlanmadan önce okurken, benzeri sorular üzerine düşündüren içeriği itibarıyla “Yaralarınız İyileşti mi?” başlıklı öyküyü tutmuştum aklımda. (Kitabın ilk okuyucularından biriyim. Aslında sevdiğim öykünün başlığı benim okuduğum dosyada kitabın da başlığıydı, Mustafa sonra değiştirmiş. Gerçi yeni adı da güzel).
“Öğretmenliğimin ilk üç ayında öğretmenlerin hepsini kapsamasa bile genelini çözmüştüm” diye anlatıyor öykünün kahramanı. “Erken değil mi? Kim bilir? Ön yargılıydı bu insanlar. Dahası hoşgörüsüz. Bağnaz. Farklılıklara tahammülsüz. Yetmez mi? Artar bile. Öğretmenler odasındaki uzun masanın iki başı kalabalık oluyordu. Yani iki küme oluşuyordu genelde. Ortası boştu. Yani benim yerim. Tek kişiyim ama epey genişti mekânım.”
İlk günkü karşılamayı hatırlar kahramanımız. “Nereli” olduğu sorulmuştur ve cevap bir gösterge olarak yorumlanacaktır: “Hemşehri miyiz, değil miyiz? Kürt müsün, Türk müsün? Alevi misin, Sünni misin? Hepsini kapsar.” Tokat’lıdır ve cevap olarak yeterli gelmemiştir. Acaba hangi tarafa oturacaktır yeni öğretmen? Kimliği açığa vuracak sorular devam eder. Sendika üyeliği var mıdır? Cevaplar hiç yeterli gelmez. İki genellemenin birine dahil olmamak nasıl mümkün olabilir…
Başpınar’ın öyküsünü okurken 1970’lerin ortalarında altı yıl eğitim gördüğüm yatılı öğretmen lisesine gitti aklım. Minyatür Türkiye gibiydi Karadeniz’in kıyısındaki okul. Sağ ve sol kamplaşmanın dışında kalana mevcudiyet tanımıyordu ortam. Ülkücülere katılmıştım, çünkü Din Bilgisi kitabına tüküren solcuların arasında olamazdım. Şaşkındım, çünkü lavabo duvarlarına yazılı ve solcu öğrencilere ait olduğu söylenen “Kahrolsun Amerika” sloganı bana da yakın geliyordu. İki grup sürekli birbirini gözetleyerek mevcudiyetini pekiştiriyordu. Her grubun kendine özgü şarkıları, gazeteleri, şiirleri, dergileri, öğretmenleri, renkleri, kutsal günleri vardı. Ramazan mı? Evet, solcu arkadaşlarla aynı masa başında bir araya gelirdik. Sahi, bir de hiçbir gruba ait olmayan, bizi üniversiteye hazırlamak için ayrıca ders veren matematik öğretmenimiz Ahmet Muhtar Bayraklı vardı. O, herkesten farklıydı. Dindar, sosyal adalet duygusu güçlü, “Seni öldürmeye gelen sende dirilsin” diyen bir öğretmen… Belki daha o yıllarda dini hassasiyet bana barışın bir imkânı olarak görünmeye başlamıştı.
Kutuplaşma karşısında sahip olduğumuz Anadolu’ya özgü temkin ve irfanı korumamızın en büyük engeli, darbeler. Kuşkucu, soğuk, korku dolu, ispiyonlara dayalı dönemlerde toplum şoklara uğrarken fay kırıklarıyla yaşamanın yeni sebeplerini fark etmeye de hep gecikiyor. Aramızda sürekli yeni fay kırıkları oluşturuluyor. Hrant Dink’i kim öldürdü, Uğur Mumcu’nun katilleri kim… Bugün Metin Yüksel’i kim öldürdü, hâlâ net bir cevap verilemiyor. Aynı soru Sedat Yenigün için de geçerli.
Dünyaya karşı söyleyecek sözü olan bir ülkeyiz kuşkusuz ve mahrum, mustazaf toplumlar açısından önemli bir misyonumuz olduğu muhakkak. Bir duruş örnekliği için, yeni kutuplaşma sebeplerini harekete geçirmek yerine iç barışın sağlanmasına, uzlaşma diline bu nedenle daha çok ihtiyacımız var.