İş bulma amacıyla bir başka ülkeye yerleşen nüfusa da “göçmen” diyoruz ve yurt dışında yaklaşık 6 milyon Türk vatandaşı bulunuyor.
Türkiye, Almanya ile 1961’de, Avusturya, Belçika ve Hollanda ile 1964’te, Fransa ile 1965’te ve Avustralya ile 1967’de işgücü anlaşmaları imzalandı. Almanya ülkesinde belli bir etno-dini topluluğun belirleyici olmasını engellemek için işgücünü çeşitlendirdi. Ayrıca biriken “yabancı” nüfusun bir kısmının ülkelerine kesin dönüşünü sağlayan politikalar üretti. Türkiye’ye kesin dönüş yapmış nüfusun 3 milyon kadar olduğu resmî açıklamalarda beyan ediliyor.
Almanya’nın göçmen işçi politikasının üç karakteri bulunuyor:
1) Yıllara bölünmüş kontrollü işgücü kabulü,
2) Yaşlanan göçmen-işçi nüfusu kesin dönüşe teşvik,
3) Yabancı işçilerin Alman nüfusun sosyal dokusuna uyumunun sağlanması.
TÜRKİYE’YE GÖÇLER VE SURİYE’DEN GELENLER
Geçmişte Roma İmparatorluğu’nun “kavimler göçü” neticesi ikiye bölünmesi, günümüzde göçlerin uluslararası bir güvenlik tehdidi olarak görülmesine neden olmakta. Nüfus hareketleri modern zamanlarda küresel güçlerin yeni savaş silahı olarak kabul edilmekte. Göçlerle özellikle batı-dışı ülkelerin sınırları muğlaklaştırılmakta, göç alan ülkelerin ekonomisi/sosyolojisi/kültürel yapısı değiştirilmekte.
Hatırlanırsa 10. asırdan itibaren Anadolu’nun ve Balkanların İslâm/Türkleşmesi de Türkmen nüfusun coğrafyada iskân edilmesiyle sağlanmıştı. Türkler tarihte kendilerine bağlanmış toplulukların da “Türk” olarak adlandırılmasını sağlamışlardı.
Suriye’de iç savaşın başladığı 15 Mart 2011’den bu yana, Türkiye’nin yaklaşık dört milyona yakın bir göçmen nüfusu bağrına basmasının bazı kesimlerde endişe oluşturması tarihi veriler karşısında haklılık payı taşır. Göçler toplumların yapısını, millî kültürlerini değiştirme gücüne sahiptir.
Suriyeli göçmenlerin sayısının gelecek 10 yıl içinde yüzde 10 eşik değerini aşacağı ve bunun da toplumsal değişime sebebiyet vereceği endişesi “hamaset”, “ırkçılık” gibi yaftalamalarla gözden kaçırılamaz. Fakat Türkiye, Türkiye’den daha büyük bir ülke! Türkçe şöyle sesleniyoruz: Batının yeni silahı toplu göç, milletçe bir hamleyle Türkiye’nin gücüne dönüştürülebilir.
Bir an için “ülkemizde Suriyeli istemiyoruz” tepkilerinin politikayı belirlediğini ve sonuçlarını düşünelim: Tıka basa doldurulmuş botlarla Akdeniz’e açılan mülteciler dalgalara yeniliyor, cesetleri Türkiye’nin sahillerine vuruyor. Kalbimiz ağrıyor, ağlıyoruz. Bu tür tablolara kim “olur” verecek?
Hatırlayalım, Anadolu daha önce de toplu göç vak’asıyla karşı karşıya kalmıştı.
1850 yılında başlayan ve 1870’lere kadar devam eden 2,5 milyonu aşkın Kırımlı Tatar, Gürcü ve Çerkezlerin gerçekleştirdiği göç hareketi bunlardan biri.
‘93 Harbi’ sonrasında da Türkiye’ye göç dalgası yaşanmıştı. 1923 yılında Lozan Barış Antlaşması’na ek olarak yapılan Türkiye-Yunanistan Mübâdelesi uyarınca 1.200.000 Türk asıllı Türkçe konuşan Ortodoks Hristiyan Rum Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilirken, 500.000 Türkçe konuşmayan Müslüman da Yunanistan’dan Türkiye’ye göç etmişti. Türkiye’nin ilk nüfus sayımı 28 Ekim 1927 tarihlidir. Sayıma göre ülke nüfusu 13 milyon 648 bin idi. Nüfusun üç milyondan fazlası göçle gelmişti. Bu verilere göre genç Türkiye’nin kurucu nüfusunun yüzde 25’inin göçmen sayılması gerekir.
Türkiye sonraki yıllarda da göç dalgalarıyla karşılaştı. 1979 İran Devrimi sonrasında, İran’dan Türkiye’ye bir milyona yakın insan göç etmişti. Rusya’nın Afganistan’ı işgali ve Yugoslavya’nın dağılmasından sonra ortaya çıkan iç savaş yeni göç dalgaları oluşturmuştu.
GÖÇLERİN ETKİLERİ
4.4.2013’te çıkarılan 6458 sayılı “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu” ile Suriyeli sığınmacıların hukukî statüsü “geçici koruma” olarak belirlendi. Bu statünün belirsiz bir yapı oluşturarak vatandaş statüsünü taşıyanlara göre bazı ayrıcalıklar getirdiği ifade edilebilir.
Sığınmacılar büyük bir kütle olarak geldiğinden genç nüfusu fazla olan ve işsizlik dertleriyle boğuşan Türkiye’nin işgücü piyasasında haksız rekabet oluşturmakta, kayıt-dışı istihdam nedeniyle emeğin ücretleri düşmektedir.
Suriyeli sığınmacıların konut ihtiyacının iki etkisinden bahsedilmelidir:
1) Konut kiralarında artış,
2) Çarpık şehirleşme.
Belediyeler hizmetlerini belli ve kayıtlı/seçmen nüfusa göre organize ederken göçmen nüfusun da ihtiyaçlarını yüklenmek zorunda kaldılar. Bazı bölgelerde tamahkârlık yüzünden yerli kiracılar aleyhine kiralar yükseldi.
Suriye kökenli nüfusun bazı şehirlerimizde yerli nüfusun kültürel ve ekonomik karakterini bozacak derecede yoğunlaşması, iktisadî rekabetlerden doğan huzursuzluklar, asayişe dair tehditler de sıkıntılar olarak kaydedilmeli. Göçmenlerin kamu hizmetlerine erişmede Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına göre daha avantajlı statülerden faydalanmaları halk arasında infiale sebebiyet vermekte.
Bir kısım yazarlar vatandaş-Suriyeli çekişmelerinin provokasyona açık olduğunu, nefret tohumlarının atıldığını, bir kıvılcımla ülkenin yangın yerine döneceğini ikaz ediyor. “Türkiye’nin Araplaştığı”na, “Selefîleştiği”ne dair ifadeler ağızdan ağıza dolaşıyor. Batıda yükselen ırkçılığa benzer bir milliyetçilik “mülteci düşmanlığı” ile kendine politik söylem alanı inşa ediyor.
Uzun bir süredir “Ensar-Muhacir dayanışması” vurgusuyla yürütülen Suriyeli sığınmacılar meselesi yukarıda saydığım problemler listesi bakımından artık toplumun bütün kesimlerinin onaylayacağı politik kararlar alınmasını zarurî kılmaktadır.
Bağrından Yunus Emre’yi Karacaoğlan’ı Hacı Bayram’ı çıkaran Türkler bu coğrafyayı vatanlaştıran millettir. Bu şuur diri tutuldukça Anadolu’ya sığınan toplulukların kendini Türk milletine adadığını göreceğiz. Çanakkale Savaşı’nda binlerce Haleplinin şehit olması buna delildir. Türkiye nâmuslu, hamiyetli insanlar için kerim devlet varlığını ortaya koydukça ardında ordu-millet bulacaktır.