Kurbağa ve altın renkli top

Boşanma hikayelerinin sıkça duyuluyor olması artık tuhaf işlerden sayılmıyor. Erkek olsun, kız olsun, gençlerin evlilik düşüncesinden hızla uzaklaşıyor olması hatta birçoğunun kesinkes bu düşünceyi terketmiş olması da öyle. Evler soğuk, duygusuz mekanlar halini almaya çoktan koyulmuş durumda. Ortalık ihanet hikayelerinden geçilmiyor. Çok eşlilik yoluyla aradıkları mutluluğa doğru adım atacaklarını sanan çoluk çocuklu adamları da bu listenin bir kenarına iliştirelim.

Bu acı veren hikayelerin kökenine doğru bir seyir izlediğimizde çocukluk günlerimizin masallarına; Sinderella, Prenses ve Bakla Tanesi, Kurbağa Prens, Uyuyan Prenses, Güzel ve Çirkin gibi eserlere tekrar geri dönüyoruz aslında.

Bunlardan sonra sıra yetişkinler için yazılan romantik eserlere, dizilere ve sinema filmlerine geliyor. Bütün bunlar mutlu sonla biten, evlilik töreniyle nihayet bulan aşk hikayelerinden bolca bahsedip duruyorlar. Fakat ne yazık ki, daha sonrasına dair herhangi bir anlatı hiçbirinde mevcut değil. “Evlilik tamam da evlendikten sonra da bu mutluluk iklimi devam ediyor mu” diye merak etmeden duramıyor insan. Öyle ya, bu mutlu, güzel, sevgi ve saygı ortamında herşey yolunda gidiyor mu acaba?

Hatırlıyorum da küçüktüm, sekiz yaşındaydım ve yanaklarımdan aşağı yaşlar süzülüyordu. Altın sarısı plastik topu babama satın aldırmak için dil döküp duruyordum. Alabildiğine inatçı, alabildiğine ısrarcı küçük bir kızın oyuncak dükkanındaki halini getirin gözünüzün önüne. Hah, o bendim işte.

Bütün küçükler gibi dünya masallarına aşırı tutkulu bir kızdım. O dükkanda gördüğüm altın sarısı rengindeki plastik top, favori masalım Kurbağa Prens’te bahsi geçen topa o kadar benziyordu ki! Sanmıştım ki eğer ben o topu satın alırsam benim de bir kurbağam olacak. Ne zaman kurbağamı yitirsem o top sayesinde tekrar bulma şansına sahip olacağım. Kurbağamı bulduğum için bir teşekkür öpücüğü konduracağım. Derken kurbağam yakışıklı bir prense dönüşüverecek. Ve onun muhteşem sarayında düğünümüz gerçekleşecek.

Aslında bal gibi de biliyordum. Babam gözyaşlarıma asla karşı koyamazdı. Bir şeyi çok istiyorsam muhakkak sahip olmayı bir şekilde başarırdım. Nitekim öyle de oldu. Altın sarısı top benim için satın alındı. Eve dönerken mutluluktan içim içime sığmıyordu. Kendimi Kurbağa Prens’in eşi olarak hayal etmeye başlamıştım bile.

Topu balkona bıraktım. Niye mi? Kurbağa gelip te onu bulabilsin diye. Ne bilirdim ki kurbağaların kırlarda yaşadığını, diyelim ki koca kentte kurbağa buldun, balkona tırmanmasının mümkün olamayacağını? Çocukluk işte! Kurbağa Prens bir yolunu bulacak ve altın renkli topun yanına uğrayacaktı. Öyle inanıyordum.

Aradan günler geçti fakat balkona uğrayan bir kurbağa görünmüş değildi. Ben de artık pencerenin önüne geçip balkona doğru gözümü dikmekten sıkılmaya başlamıştım. Sonra birgün kurbağanın geleceğine dair inancımı yitirdim. Bu, başımdan geçen birçok hikayeden sadece birisiydi. Bir diğeri de yatağımın altına her akşam bir adet bakla tanesi koymaktı. Böyle yaparak kendimi o masalda geçen Prenses olarak görebilmeyi hayal ediyordum. Başımdan geçen başka bir hikayede ise sırf Sinderella’nınkiler gibi şeffaf olduğu için ayaklarımı sıkan bir çift dar ayakkabıya onca ızdıraba rağmen tahammül ediyor oluşumdu.

Çocukluk aşamasını geride bıraktığımda TV ekranlarından beynime boca edilen romantik hikayelerin etkisine girmiştim. Uzun süre bu etkiden kurtulamadım. Evlilik günüm gelip çattığında çocukluğumdan bu yana işitegeldiğim hikayelerin/masalların bana telkin ettiği etekleri yerlerde sürünen bir gelinlik talebim oldu babamdan. Oysa yeni bir hayat kuruyordum, koca bir sorumluluk alacaktım. Hiçbir hikaye bana bundan bahsetmemişti ki…

Bütün o hikayelerin sorunu bütün meseleyi bir aşk hikayesine sıkıştırmaya çalışmalarıydı. Küçük dimağları hayatın gerçeklerinden olabildiğince uzaklaştırma çabalarıydı. Okuduğumuz, izlediğimiz bütün hikayeler mutlu bir evlilik töreniyle sonlanırken sonrasında kahramanların neler yaşadığına, neler yaşaması gerektiğine dair bir çift söz söylemekten aciz kalıyorlardı. Evlendik ve şimdi çok mutluyuz. Peki, ya sonra? Bu mutluluğu evlilik boyunca muhafaza etmenin bir yolu, yordamı var mıydı?

Gençlerin bugün çok kolay boşanıyor olmalarında ya da evliliği hiç gündemlerine almıyor oluşlarında gelecekteki meçhul sıkıntılara nasıl göğüs gerileceğini bilmiyor oluşlarının rolü çok büyük. Toz pembe hayal evreninden öylece kopup katı gerçekler dünyasına adım atmaya korkuyorlar. Önlerine daha önce hiç aşmayı denemedikleri engeller çıktığında apışıp kalıyorlar. Oysa bunlar sadece birer engel. Ve engeller aşılabilir. Zaten birileri aşsın diye oradadırlar. Mesele bu işte. Uzun hayat yolunda engelleri aşa aşa bir yere varılacağını öğrenmek. Kös kös oturup beklemekle varılacak bir menzilin olmadını, olamayacağını anlamak. Sorumluluk almak, aile kurmak, aileye kol kanat germek, çocuk büyütmek ve onları yola katmak. Yaşam döngüsü dediğimiz şey de bu değil mi zaten? Yaşamdan, yaşam döngüsünden habersiz nesiller yetişiyor artık.

Bu konuda en büyük örnek, hayat rehberimiz Hz. Peygamber (sav) olmalı. Bir sevdi, pir sevdi. Validemiz Hz. Hatice ile vefatına dek mutlu bir ömür sürdü. Altı çocukları oldu. Vefatından sonra Hz. Hatice’nin eski arkadaşlarını nerede gorse onlara ikramlarda bulunur, sanki o yaşıyormuş gibi onlarla sohbet eder, anısına büyük saygı gösterirdi. Hatice’ye duyduğu sevgiyi, Allah’ın kendisine sunduğu en büyük nimetlerden birisi olarak görür ve onun hakkında en küçük bir saygısızlığa tahammül edemezdi.

Hz. Peygamber (sav)’i örnek alan hikayelere ihtiyacımız var. Çocuklarımıza evliliğin ne demek olduğunu; karşılıklı sevginin, saygının, vefanın maya tuttuğu yuvada huzurdan başka bir şeyin barınamayacağını öğretecek masallar kaleme alınmalı.

Edebiyatçılar, haydi görev başına!…