Sabahları, durakta otobüs beklerken dönüp göz ucuyla oraya bakıyorum. Bu cadde üzerindeki yarı bodrum katların kaderinde ya depo olmak vardır ya da kundura tamir dükkânı. Gözüme önce, bir sıra dizilmiş renk renk ayakkabı bağcıkları ilişiyor; ilk onlar ilişiyor nedense. Gündüz bile floresan lambayla aydınlatılan dükkânın camlarındaki bu bağcıklar bir mesleğin malzemeleri değil de küçük bir kız çocuğunun oyuncakları gibi geliyor bana. Sabahın o gergin saatinde, orada öylece asılmış duruyorlar; sakin, dünyadan habersiz, kendileriyle oynayıp oyalanacak eli bekliyormuş gibi. Ayakkabılar da var vitrinin önüne dizilmiş; çoğu siyah. Tamirden geçmiş, parlatılmış. Belki de içerideki adam sadece bir tamirci değil aynı zamanda bir imalatçıdır. Çünkü görülsünler diye sergilediği ayakkabılar hep yeni görünüyor. Yine de bunlar değil söylemek istediğim. Ne zaman durağa gelsem, durağın hemen arkasındaki ayakkabı tamir dükkânına göz atsam, tarif edilmez bir rahatlama hissediyorum. Bu mütevazı mekân, gürültülü bir dünya gününe başlarken bana bir başka hayatı hatırlatıyor.
Bazen de kendimi alamayıp, bakışlarımı daha bir dikkatle içeriye daldırıyorum. Tüplü televizyonda, çok izlenen kanallardan birinin amblemi takılıyor gözüme. Sonra bir demlik. Sonra önlüklü bir adamın aheste aheste, elindeki işle ilgilenmesi. Ne zaman geldi, çayını ne zaman demledi, işinin başına ne zaman oturdu? Bir zanaatkârın en bereketli vakitlerinin günün bu saatleri olduğunu bildiğim halde, arkamda duran kundura tamir dükkânını hayatımızın içinde bir yere yerleştiremiyorum. İki farklı dünya, bir anlığına karşılaşıp ayrılıyoruz. Ben otobüsüme biniyor, yaşlıların her seferinde çıkardıkları tartışmalardan birine şahit oluyor, bineceğim ikinci vasıtayı kaçırmamak için aceleyle aşağı atlıyor, hızla bir başka durağa koşuyorum. Tanrının her günü yapıyorum bunu; bir alışkanlık olarak, artık bıkıp bıkmadığımı bile kendime sormadan. Oysa arkamda, daha sabahın o saatinde içi genişleyip duran, ferah mı ferah bir yarı bodrum kundura tamir dükkanı var. Hiçbir yere gitmiyor, hiçbir telaşa bulaştırmıyor kendini. Vitrininde renk renk bağcıklarla, bizlerle, köselelerle, nalçalarla, kauçuklarla, derilerle, mumlu ipliklerle kendi dünyasına dalmış bir halde, oracıkta duruyor…
Kimi zaman otobüste, şu ayakkabı tamircisinin gerçek bir mesleği ve elle dokunulabilen, elleri kirleten, dikilen, kesilen, çakılan, boyanan gerçek malzemeleri var; peki senin mesleğinin malzemeleri nerede, diye soruyorum kendime. Çünkü insanların derdine deva olabilecek gerçek bir mesleğin malzemeleri de gerçektir; sıvacının malası, kunduracının bizi, musluk tamircisinin anahtarı. Oysa ben, bir ekranın üzerinde akıp duran harflerle boğuşmaktan başka ne yapıyorum? Bazen işi şakaya vurup, sen de bir hülya tamircisisin dediğim oluyor ama bu işin hiç de öyle şakaya gelir yanı yok. Ben de, benim gibi harflerle uğraşan öteki insanlar da deliliğimizi teferruatlı bir işmiş gibi gösterip kendimizi kandırıyoruz. Birisine, “tebrik ederiz, genç yaşına rağmen metnini olgunlaştırmışsın diyoruz” mesela. Bir başkasına, “arabeskin sularında gezdiğini görmüyor musun?” Yan yana dizilmiş bazı harflerin yan yana dizilmiş başka bazı harflerden daha güzel durduğunu söylüyoruz. Sonra biri, harflerin yerini anlaşılmaz bir şekilde değiştirdiğinde, “işte bir deli daha” diyoruz içimizden. İşte bir deli daha manasızlığın çukuruna düşmüş…
Sabahları durakta otobüs beklerken, hevesle dönüp arkamda duran yarı bodrum kundura tamir dükkânına bakıyorum. Bazen göz ucuyla, bezen hiç bakışlarımı sakınmadan taa içerilere doğru. İçeride çünkü, gerçekten bazı uzuvları çalışan bir insanın ve emeğin güzelliği var. Yoruldum dediğinde yorulmuş oluyor; bir çay içip dinleneyim dediğinde dinlenmiş oluyor; ellerimi yıkayayım dediğinde elleri kirlenmiş oluyor. Oysa ben, bizi neyin yorduğunu, neyin dinlendirdiğini ve neyin kirlettiğini bir türlü çözemiyorum. İçeriye girsem, biraz sohbet etsem, harf işçisiyiz bu yüzden aklımız bitkin düşüyor desem, kundura tamircisi ya yüzüme tuhaf tuhaf bakacak ya da geçiştirmek kabilinden, haklısın geçinmek kolay değil deyip bitirecek mevzuu. Mevzu geçiştirilecek gibi değil ama; her gün otobüse binip harf işçiliği için bir işyerine gidiyorum. Bilgisayarı açıp, büyük bir dikkatle harfleri gözden geçiriyorum. Bu olmuş, bu hiiiç olmamış diyorum. Elle tutulamayan, ebadı ölçülemeyen, dayanıklılığı test edilemeyen işlerin çeşidi de, olmuş – olmamış uzmanlarının sayısı da arttıkça artıyor üstelik. Ve hiç birimiz bir işçinin elleri kadar güvenilir değiliz. Otobüse binerken, kundura tamir dükkânına bakıp, “sen günün kalbisin” diye geçiriyorum içimden. “Dursan, bütün hayat duracak.”
Kundura tamircisi
