Efendim, bu yeni bir dizi film başlığı değil. Ben sadece geçmişimle hesaplaşıyorum. Belirli tarihlerde gördüklerimle. Bize ne gördüklerinden diyebilirsiniz. İbret göstermek için yazıyorum. Tekerrür-i tarih’in herkesin başından geçmemesi için.
Tam Mayıs’la barıştığımı düşünmeye başladığımda, bir Mayıs hatırası aklıma geldi. 17 Mayıs 1992. Üniversite mezuniyetimden hemen sonra araştırma görevlisi olarak atandığım Şarkiyat Enstitüsü’nün yakılış tarihi. İki bin beş yüz altı el yazmasının, üç yüz bin arşiv belgesinin, elli bin kitap ve dergi içeren kütüphanenin yakılış tarihi. Enstitü’nün kuruluşundan o tarihe kadar tasnif edilmemiş, kataloglara geçirilmemiş Osmanlı arşiv belgelerinin, tapu tahrir defterlerinin, 11. yüzyıl ile 19. yüzyılın sonuna kadar Osmanlı Türkçesi, Arapça, Farsça ve Arap alfabesiyle Bosnaca olarak istinsah edilmiş, birden fazla eseri içeren el yazmalarının yakılış tarihi.
Sivil halk üzerine katliamları anlamadığım gibi, masumların katledilmesini anlamadığım, kabul edemediğim gibi, kültür mirasına yapılan saldırıları da anlamıyorum. Savaşlar zaten mantık dışı, akıl dışı bir şey. Yine de savaşlarda bile belirli kurallar var. Askerlerin, silah taşıyanların bir onuru olmalı. Elinde silah olmayanlara saldırmayacaklar. Masumlara saldırmayacaklar. Saf olduğumu söyleyebilirsiniz. Doğru. Yıllar geçti, ben henüz bunu anlamadım. Geçmişle barışabilmem için karşı tarafın tavrını, eylemini en azından anlamam gerekiyor. Bu eserlerin hakkını helal edip etmemek haddim değil. Müelliflerin, müstensihlerin, hattatların, tezhipçilerin, mücellitlerin hakkını helal edip etmemek haddim değil. Belgelerde zikredilen insanların, kâtiplerin, şeriye sicillerini düzenleyenlerin hakkını helal edip etmemek haddim değil. Bu yüzden sadece yok edilişlerinin nedenini sorguluyorum. Anlamak için. Mağduriyet edebiyatını hiç sevmiyorum. Her bir kavgada, her bir savaşta iki taraf var. Kitap, belge suçlu olur mu? Veya bu kitabı miras olarak alanların ne suçu var? Belge varislerinin, belge konusu olan kimse ve nesnelerin mi suçu var? Kimin hakkına girmişiz ki bize bu menkul kültür mirasını yok edecek biri yönlendirilmiş? Yoksa bu mirasa karşı gösterdiğimiz ihmal bunların gerçek sahiplerini kızdırmış ve madem bunlardan istifade edemiyorsunuz, ondan kalacaksınız dedirtmiş?
Bilgisayarların varlığında, teknoloji her türlü imkânı sağlarken de işe yarar, değerli bir şey yazmak kolay değil biliyorum. Mum ışığı altında, zar zor elde edilen kâğıtlarda yazılan eserleri, mürekkepleri, o zamanlarda kullanılan kalemleri, eserlerin içerik derinlikleriyle görünüş zarafetlerini düşünüyorum. Her şeye gösterilen özeni düşünüyorum. Yazarların, müstensihlerin teslimiyetini. Varlıklı bir kimsenin mülkü içerisinde kitaplara önemli pay düştüğünü. Kadı sicillerinde bu miras davalarında kitap listelerini, kitap varislerini. Mektupların, yazışmaların bile özenle korunduğunu. Tarihi, kültürü, eğitim sistemini, ekonomiyi, toplumun zevkini anlatan delilleri. Aileleri ve bireyleri anlatanları. Ve evet, bizde, Bosna Hersek’te 17 Mayıs’ta yakıldığını. Kavram olarak birkaç kişinin kullandığını duyduğum kültürkırımın herhangi bir adli kurumda yargı konusu olduğunu bilmiyorum. Eski, yıpranmış kâğıtlar derler. Artık kimsenin işine yaramayacak, modası geçmiş eserler derler. Güncelliği geçmiş belgeler. Kimlikler. Toprak tapuları ve toprağın üstündeki insanların kültürel, dinsel, eğitimsel kimlikleri.
Zamane insanları arasındaki mektuplaşma ve mesajlaşma üsluplarını düşünüyorum. “N’aber şekerim?” “Eee, işte…” “Cansın.” İletişim içindeki boşluğu, bir nezaket, kibarlık kılıfı olsa bile içeriğin eksikliğini düşünüyorum. El âlemin mesajlarına bakmıyorum ki. Kendi mesajlaşmalarıma dikkat ediyorum. Cümleler yarım yamalak, hazır emojiler, hazır mesajlar, kısaltmalar. İmla? Mesajlarda, hatta e-postalarda imlaya dikkat eden var mı?
Bize sadece düşünce üretmek düşüyor. Tasarımını yapacak olan da var, çoğaltacak, dağıtacak olan da var. Üretilen düşünceler de çoğunlukla yarım yamalak… Hani, günümüzün İbn Arabi’si, Abdullah Salahuddin Uşşaki Salahi’si, Sadreddin Konevi’si ve kabir komşusu Abdullah Bosnevi’si, Sarı Abdullah’ı, Osman Vassaf’ı nerde? Hacibleri, Farabileri, İbn Rüştleri, İbn Sinaları artık aramaktan vazgeçtim.
Evlerimizi dolduran, bir kere bile açmadığımız kitap yığınlarını düşünüyorum. Okuyup da uygulamadığımız, içimize geçirmediğimiz kitapları. Yayınların çokluğunu, verilerin fazlalığını ve gerçek tefekkürün, bilginin, ilmin günden güne, gözlerimizin önünde erimekte olduğunu düşünüyorum.
Efendim, bütün bunları sırf 17 Mayıs’ta geçirdiğimiz tecrübeden, imtihandan dolayı yazmadım. Dökülmüş süt, kırılmış testi ardından ağlanmaz. Dik dur, başını kaldır ve devam et diyorum. Evet, şimdi bir ara verdim, bunun, bu kültürkırımın nedenini anlamak için. Ve gelecekte bizim yazdıklarımızın, neslimizin yazdıklarının akıbetini tahmin edebilmek için. Düşünmekten bile korkuyorum. Hayal etmekten bile korkuyorum. Çünkü Sırp faşistleri arşivlerimizi, el yazmalarımızı, kitaplarımızı yaktıktan sonra sıra gayrimenkul kültür mirasına; mabetlere, mezarlıklara, tekkelere, çeşmelere geldi. Akabinde insanlara. Kurşuna dizilmemiş olanlar dünyanın dört yanına dağıtıldı. Kimliksiz. Kökünden koparılmış, dalları kesilmiş kütükler gibi. İster mobilya yap üstüne otur, ister tuvalet kâğıdı, ister odun olarak yak… Bilgi, bilim, belge ne ki? Belleğin bile ehemmiyeti kalmamış. Bilgisayara takılan bellekler hariç. Bunlar da artık yok olmaya başladı. Herkesin bir bulutu var sanal ortamda. Kafa boş, cep de boş (artık bu bellek çubuğuna gerek kalmamış), herkes pılını pırtısını bulutta taşıyor. Hem de manevi diyor.
Asıl sorunun ne olduğunu biliyor musunuz? Kimliğimizi anlatan kitap ve belgelere yeterince özen göstermeyen neslimizin ödediği bu ihmal ve özensizlik faturası oldukça yüksekti. Faizlerle ödedik. Bir sonraki nesli düşünüyorum. Ve düşünürken korkudan titriyorum.
Tek çare, fabrika ayarlarına dönmek.