Kültür gibi sanat da insan varlığı üzerine düşünme konusunda bir tazelenme ihtiyacı ve arayışı demek. Dün söylediğine bugün yeni bir gözle bakmak, cahillere özgü olmayan bir cesaretle olası. Cehalet ve nifak yüzünden oluşmuş insanlık yarasından payımıza düşenin bünyemizi zehirlememesi için sürdürülecek faaliyetlerde gösterir vazgeçilmezliğini, sanat gibi kültür de… “Bir şeye cesaret edebilme sorunu” diyordu Tezer Özlü, kültür için. Haksızlıkları müşahede etmek, yanlışı düzeltmek, yaraya merhem olmak… Damlaya damlaya, bazen de gürül gürül akarak bir medeniyete lâyık olmanın birikimini sağlıyor kültür. O medeniyet ne hazır bir kalıptır ne de kurtarılacak bir esir. Vakıadır, olgudur, borçlanılmış bir faziletler manzumesidir; layık olmak için kendini değiştirmek gerekir, kültüre bu nedenle de ihtiyaç duyuyoruz.
Kültür kuşkusuz soyut bir paket değil, nasılsanız onu yansıtan bir tezahür ve akabinde yaşantınızı tanımlayan bir kaynak, yol yordam, varlık. Kültür konusunda kafa karışıklığından kurtulamıyor İslami kesim. Hegemonya ve iktidarla kültür arasındaki bağ kurma alışkanlığından ileri geliyor vehim ve saplantılar. Ne de olsa Kemalistlerden böyle öğrenmiştik, değerlerin tevazu ile yaşanması değil, şiarlarla ezberletilmesi. 15 Temmuz şehitleri için yapılan programların cansızlığı buna bir örnek. Darbe ve emperyalizm karşıtlığını sadece hükümet taraftarlığıyla sınırlayan programlarla bütünleştirdiğinizde, sahih, etkileyici bir dil kuramıyorsunuz. Hızla tavsıyor, sönümleniyor bilgiler. Herkes kendi mevziisine çekiliyor orta vadede. Şehitlerin hakikati kendini korumaya kadir neyse ki…
Çok doğru bir tespit Murat Güzel’den: “Kültürün iktidarı olmaz, ‘kültür davası’ olur. Çünkü kültür edinilmez, üretilir.” İhtiyaç ve zevklerimiz konusunda göz boyayan kelime ve kurumlar kültürel bir devrim gerçekleştiği anlamına gelmiyor. Bir kurum ‘Lansman’a çağırıyor, bir holding ufkunuzu –hiç de daha fazla alışverişle ihtiyacınız olmadığı halde- ‘Hilltown’ ismiyle mistifike edilen bir alışveriş merkeziyle kapatıyor. Beri tarafta Nuri Pakdil, dönemin en çok atıfta bulunulan isimlerinden biri. Peki, Pakdil’in Put Yapımevleri kitabını kaç kişi okudu? Mehmet Atak ve Gülsüm Ekinci Put Yapımevleri’ni sahneye koymak için aylarca çalıştılar, ama oynanacak bir sahne bulunamadı, bu yoksunluk neye yorulmalı… Şehrin betonlaşmasına dönük bu köktenci eleştiriyi paranteze alan Pakdil atıfları, kesimsel şizofreniyi tabiileştiren bir fütursuzluğun altını çiziyor. Sorunu “çaresizlikle” açıklamıyorum elbette; “Çaba bizden, takdir Allah’tan” demek gerekir her zaman, ancak bunun da ön şartı takva ve ihlas. Medeniyetimize götüren kültür, sadece Hakk’ın rızasını gözetmenin duyarlığıyla oluşur. Biz bu cümleyi şiar kabul ediyor gibi görünsek de akışa egemen olan başka bir mantık: Madem artık imkânlara sahibiz, kısa yoldan ulaşabiliriz başarıya, diye bir davranışın salgını söz konusu olan. Aynı zamanda umut olarak gösterilenin maruz kaldığı yozlaşma siyasetten kültüre, bütün çevrelerde şikâyet konusu. Sanki bin yıldır eleştirilen modernizm mi? Atatürk’ün Prost’a yaptırdığı imar planının izinde atılıyor bütün kazmalar, şehrin kendine özgü karakterini imha edecek şekilde…
Toplum olarak bir kırılma dönemi yaşıyoruz sanki, neye mal olursa olsun kazanma hırsının hastalık gibi yayılmasının yol açtığı bir kırılma. Samimi ve mesnetli eleştirilerin ihanet veya aymazlıkla bir tutulduğu ortamlarda kültürel canlanma umulabilir mi? Bütün olumsuzluklara rağmen bir arada yaşama şartlarından rövanşist olmayan bir kültür üretememenin sebepleri üzerine sorulacak ne çok soru var! Kültür, şuracıkta apar topar hazırlanan proje paketleriyle kotarılan bir sistem olamıyor elbette.
Yorucu, emek verilmiş çabaların iki adım ötesini getiremiyor, sonra da kültürel iktidardan şikâyet ediyoruz. Sürekli bir “yolda olma” edebiyatı dolaşıyor dillerde ama hayırlı işleri biriktirip devamını getiremiyoruz. Kurma ve sürdürme sebepleri dağıtma ve son verme sebeplerinden önce gelemiyor. Kültür sanat alanlarındaki bu atalet, sorunu hep başkasında görme ısrarının da eseri. Bu görüş bozulmasının kökeni nerede aranabilir? Herhalde öncelikle şanlı mazinin ardından çöküş dönemlerinde yakalanan –ve maruz kalınan zulümle, baskıyla çoğalan- travmayla. Diğer taraftan Cumhuriyet’in ilk çeyreğinde yaşadığımız madunlaştırma baskısına, sonraki çeyrekte sistemin antikomünist faaliyetler çatısı altında sağcılaştırma ve 1980’lerden itibaren de pansuman pamuğu mesabesinde dağıtılan postmodern mistik söylemlerle atıl hale getirme işlemlerini eklemeliyiz. Necip Fazıl, bir türlü “biz” olmaya izin vermeyen atalet içinde yükselen aykırı sesi nedeniyle bunca sevildi ikinci çeyrek yüzyıldan itibaren.
Elbette söylemek bile fazla: Muhit, her döneme uyarlanma becerisiyle sürdürülen bir sahte yapı değildir. Necip Fazıl Kısakürek kendi dönemini yorumlayarak sorumluluğunu yerine getirdi. Nereye kadar onun yorumlarıyla idare edilebilir? Dönemi sen nasıl yorumluyor, o yorumlarınla olup bitmekte olanı nasıl değiştiriyorsun? Sezai Karakoç’un, “İslam’ı o kadar güzel yaşa ki seni öldürmeye gelen sende dirilsin” sözü dillerde gezinse de işler ve eylemler küreselleşme tufanına kapılmayı kaçınılmaz sayan durumcu savunmalarla yürüyor.
Anlamlı ve değerli bir kültürel faaliyet sahip olunanları kaybetme korkusunun oluşturduğu sessizliklerin perdesi yırtılmaksızın gerçekleşebilir mi sanki… O yırtma çabası olmadığında edebiyat sadece öğrenilmiş ve biriktirilmiş güzel cümlelerin yeniden terennümüyle, şekilde kalan bir rol üstleniyor; yanı sıra topluma nostalji ve kaba saba uzlaşma belagatleri yüklemeden sürdüremeyeceği bir rol.
Bir mirasın sahipliğiyle yeniden yorumlara açık olmadığımız için de bir hayli tahripkâr haller sergileyebiliyoruz. Tek tip insan, tek tip gençlik, tek tip eğitim sistemi sovyetiktir. Ismarlama sanat olmaz, ısmarlama ve zamanının tanığı olma sorumluluğundan uzak metinlerle klasiklere alternatifler oluşturulmaz. “Pil halinde devrim enerjisinden”den söz ediyordu Walter Benjamin, Moskova Günlüğü’nde. Gençlik işte şöyle davransın, ortaya konulan bir kalıba sığsın, sadece verilmiş paketler üzerinden devrimi övsün, ama gerektiğinde de coşkulu devrim çağının enerjisiyle davranabilsin; böyle olmuyor.