Adam iş görüşmesi için kapının önünde beklerken, kendisi gibi sırasını bekleyenleri süzüyor gayr-i ihtiyari. Bir dizi rakibi var. Duruşlarından, beden dillerinden, bakışlarından içeride gösterebilecekleri performansı tahmin etmeye çalışıyor. Birbirimizle karşı karşıya getirilmeden tek tek içeriye alınıyoruz ama aramızdaki pekâlâ mülakat süsü verilmiş bir savaş, diye geçiriyor içinden. Oraya kadar onu el üstünde tutan özgüven, şimdi kapının önünde yere bırakıyor adamı. Ve bir başka tuhaflık daha hissediyor beklerken; sadece özgüven kaybı yaşamıyor, aynı zamanda birbirleri için alttan alta üzülüyorlar da. Ama bu bir mağdur dayanışması değil; bu, henüz resmi olarak pay edilmemiş bir yenilgiyi, ötekinin tarafına iterken hissettikleri bir duygu. Dikkatle içeriden çıkanların yüzlerine bakıyor: Zorla gülümseyenler, tarumar olanlar, duygularını hiçbir şekilde ele vermeyenler. Bir imtihandan geçirilmiş olmanın, haklarında karar verilecek bir malzeme haline gelmiş olmanın, seçenlerin karşısında seçilen durumuna düşmüş olmanın çaresizliği bir süre üstlerine yapışıp kalacak. Adam, sıra kendisine yaklaşırken, “fark yaratacak” bir şey yapmam lazım, diye geçiriyor içinden; küçük bir taarruz…
***
Kadın evden çıkarken, sempozyum için iyi bir hazırlık yaptım, diyor kendine; “üç aydır ‘ölü diller’ üzerine çalışıyorum ve nihayet ‘ölü bir dil’in tarihin bazı küçük halkları infaz vesikası olduğunu örneklerle anlatabileceğim. Arabasına binince son bir kez çantasını, diz üstü bilgisayarını ve her ihtimale karşı konuşmasını yedeklediği harici belleği gözden geçiriyor. Güneşliğin küçük aynasından bir de kendini kontrol ederken, muzipçe, bütün koşumlar tamam diyor. Üstelik üçüncü sırada konuşacağı için ayrıca içi ferah. Hem atmosfere alışmış olacak hem de öteki konuşmacıların performanslarına göre ritmini ayarlama şansı bulacak. İşte salon tıklım tıklım; marjinaller, gelecekte kendi dilleri de ölecek olan küçük halkların çocukları, akademisyenler, öğrenciler, hepsi orada. İlk bildiri sunuluyor ve panelin diğer kadın konuşmacısına geliyor sıra. Ses tonu, el hareketleri, canlılığı; salona bir enerji yayılıyor. Onu dinlerken bir anda herkes Ubıhların yasını tutmaya başlıyor hatta. Biraz sonra ölü bir dille hayata seslenecek olan kadın, bu enerjinin havasını dağıtacak bir şey yapmam lazım, diye geçiriyor içinden; küçük bir taarruz…
***
Valilik, belediye ve müftülük şehrin en güzel Kur’an okuyan imamını seçmek için bir yarışma düzenleneceğini ilan edince, Aşağı Mahalle Camii’nin genç imamı birden heyecana kapılıyor. Henüz İmam Hatip’teyken, sadece erkeklerin bulunduğu sınıfta bazen hocaları bazen arkadaşları ondan bir türkü ya da ilahi söylemelerini ister, matematiğiyle olmasa da sesiyle sınıfı mest ederdi. Ergendi, kimi zaman sınıfta hiç değilse birkaç kızın olmasını, şu yanık sesini onların da duymasını arzulardı. Bu arzusu içinde hep bir ukde olarak kaldı. Cemaati onun huyunu, efendiliğini, genç yaşına rağmen hep ölçülü hareket etmesini severdi. Ama sesi bambaşkaydı. Zaten yarışmayı duyan cami cemaatinden birkaç kişi, hevesini okşayacak ve cesaretini artıracak sözler söylemeye başlamışlardı bile. Sonuçta Aşağı Mahalle camiinin imamı şehrin Kur’an’ı en güzel okuyan kişisi olacaktı. Yarışmanın yapılacağı akşam müftülüğün konferans salonu imam efendilerin akrabalarıyla dolup taştı. Genç imam kuliste son bir kez gırtlağını temizlerken, sesi iyi olan yalnızca ben değilim, bu akşam gönlümden bir başka çığ kopsun istiyorum, diye geçirdi içinden; küçük bir taarruz…
***
Şair, gece boyunca bir sonraki akşam katılacağı dinletide hangi şiiri okuyacağına karar vermeye çalıştı. Kitabını ve henüz kitaplaşmamış ama dergilerde yayınlanmış şiirlerini tekrar gözden geçirdi. Belediye programlarına şiir dinlemek için gelenlerin hangi ses tonunu ve ne tür şiirleri beğendiğini pek çok kez tecrübe etmişti. Topluluk imge yüklü şiirlerle o kısacık zamanda hissi alaka kuramıyordu. İçinde aşk geçen, yara geçen, gurbet geçen ve hatta yerine göre milli hisleri kışkırtan şiirler böyle akşamlar için en iyisiydi. Ama bunlardan hiçbiri, yalnızlıkla yarışamazdı. Ne de olsa herkes kendi içinde yalnızdı; kalbini ebediyen bir başkasına açanlar da eninde sonunda o yeri boş kalmasın diye yalnızlığa yani kiracıların en güvenilir olanına verirlerdi. Şair bir yandan okuyacağı şiiri seçmeye çalışıyor, bir yandan da, bakalım yarın akşam yalnızları en iyi kim teslim alacak diye söyleniyordu. Acaba işin içine biraz ahlak, din ve kardeşlik de katmalı mıydı? Nihayet geç bir vakitte, artık kuşakların değiştiğini de hesap ederek, “yeni” bir şiirde karar kıldı. Bu şiir yaralı gönüllere, diye geçirdi içinden; yaralı gönüllere küçük bir taarruz…