Hüsameddin Erdem’e göre “Nefsin kuvvetleri meselesinde, birçok ahlâkçı İbn Miskeveyh’in tesirinde kalarak üç kuvvetten bahsetmiştir: a) Kuvve-i Fikriyye (Nutuk veya kuvve-i ilmiyye); b) Kuvve-i Gazabiyye; c) Kuvve-i Şeheviyye” (Hüsameddin Erdem, Ahlâk Felsefesi, Hüer Yayınları, 2009: 69).
İnsanda üç kuvvetten bahseden bu teori, daha sonra onların her birine karşılık bir erdem koyar: “Akıl” kuvvetine “Hikmet”, “Gazab” kuvvetine “Şecaat”, “Şehvet” kuvvetine “İffet” erdemi karşılık gelir. Bu üç temel erdemi nefsinde birleştiren kişinin ise daha üst değer olarak “Adalet” erdemiyle hareket edeceği ifade edilir
(Erdem, 2009: 71).
Ancak Kur’an Hz. Peygamber (asv) hakkında “Sen elbette büyük ahlâk sahibisin” (68 Kalem 4) buyurmuş ve Peygamberimiz de (asv) gönderilme sebebini “Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” (Muvatta, Husnü’l Halk, 8) şeklinde açıklamıştır.
Dolayısıyla “Ahlâk” kavramının “Adalet” kavramından daha kâmil olduğu ifade edilebilecektir. Nitekim Cuma hutbelerinde okunan “Şüphesiz Allah, adaleti, iyilik yapmayı, yakınlara yardım etmeyi emreder” (16 Nahl 90) ayetinde “Adalet” kavramı, “İhsan” ve “Akrabaya Yardım” erdemleriyle yan yana zikredildiğine göre “Ahlâk”ın daha üst erdem olduğu düşünülebilir.
Bu yaklaşım nedeniyle biz insanda üç değil dört kuvvetin bulunduğu fikrini epeydir dile getirmekteyiz.
Bu dört kuvvet, insandaki kötülüğün kaynağıdır: 1) Hayvanlık (Bütün filozoflar insana “konuşan hayvan” demiştir); 2) Şiddet, gazab, parçalayıcılık; 3) Sapkınlık (Nifâk, hile, tuzak kurma, hıyanet, haset, düşmanlık) 4) Hevâsını ilah edinme, ululanma.
Böylece dört kuvvet, yukarıda adı geçen dört erdemle (İffet, Şecaat, Hikmet, Adalet) dengelenir ve insan tevhid inancının gereği olan ahlâk erdemiyle hayat emanetini sahibine (Allah’a) teslim eder.
İnsandaki dört kuvvetten baskın olanın tespit edilmesi, şahsiyetlerin buna göre topluma hazırlanması için kaçınılmaz bir gerekliliktir. Zira kişilerdeki baskın kötülük birbirinin aynı değildir. Kimi insan para, kimi kadın, kimi şöhret peşinde koşarken, kimi de gücünü göstererek mutlu olur.
Modern okul sistemlerinin, kişilerin nefislerindeki baskın kuvvetlere münasip bir eğitim süreci geliştirmediği ifade edilebilecektir.
Eski muallimler sahip oldukları ilmi “emanet” olarak kabul ettiklerinden bunu sadece ehline vermeyi şiar edinmişti. Dolayısıyla yukarıda bahsi geçen dört kuvvetten birine mağlup olarak vasıflanan nefs (hayvanî nefs, gazabî nefs, sapkın nefs, ululanan nefs) sahibi talebeye ilim öğretilmezdi.
Zira bu zaaf sahiplerine ilim öğretmek topluma sırasıyla hayvanlar, gaddarlar, hilekârlar, mütekebbirler yetiştirip onlara ruhsat vermek anlamına gelirdi. Eğer araştırılırsa Müslümanların tarihinde nice yüksek makam sahibi şahsiyetlerin dahi sufî âlimlerin talebesi olmak istediklerinde imtihan edildikleri gerçeği ortaya çıkacaktır.
1541’de Ankara’da doğan ve mahkeme reisi olan Aziz Mahmud Hüdayi, Üftade Hazretleri’ne talebelik yapmak istediğinde “Sen zenginsin, burası ise yokluk kapısıdır” denilerek isteği reddedilmiştir. Aziz Mahmud Hüdayi, talebe olmakta ısrar edince, Üftade ondan kadılık cübbesiyle Bursa sokaklarında ciğer satmasını emretmiştir.
İslâm düşüncesinde esnaf piri de nefsinde bu dört kuvvetten biri bulunan çırağa meslek öğretmemiştir. Zira böyle birine meslek öğretmek halkın malına/emeğine göz koyacak, hile yapacak kişileri pazara getirip terazinin ayarını bozmak demektir. Nitekim esnaf ahlâk kaidelerine riayet etmeyen esnafın “pabucu dama atılmıştır.”
Nefsinde bu dört kuvvetten biri olan kişinin evlendirilmesi de fitne sayılmıştır. Zira böyle birinin evlendirilmesi mahallenin düzenini/dirliğini bozar, avarız akçasının toplanma hikmeti kaybedilir, birbirlerine kefil olan insanların arası açılır, düşmanlık toplumu rezil ederdi.
Ahlâkî zaafı olan kişiye yer açmamak yöneticinin vazifesiydi.
Eski Türkler de bu görüşteydi ve adına “Töre” diyorlardı. Töreyi bozan ve topluma nefsiyle düşmanlık eden kişiyi toplum “düşkün” sayıyordu.