Köstence yolcusu

shutterstock_411997252

Daha önce hiç görmediğiniz bir şehirle ilk olarak hangi mevsimde karşılaştığınız önemlidir. Tıpkı insanlar gibi, şehirlerin de yazlıkları, kışlıkları, netameli havalarda üzerlerine geçirdikleri ihtiyatlı giysileri vardır çünkü. Onu hangi giysisi içerisinde tanırsanız, çoğunlukla belleğinize öyle kaydolur. Sonradan birkaç kez daha görme şansı bulsanız da, hep o ilk gördüğünüz şehir karşılar sizi, kapıyı ilk o açar, ilk onunla merhabalaşırsınız. Vakit de önemlidir. Pek çok acemi gezgin bir kente karanlık çöktükten sonra girmiş, ışıkların kendileriyle oynadığı oyunu gerçek zannetmiş ama sabahleyin uyanıp sokaklara çıktıklarında büyük bir şaşkınlığa kapılmıştır. Bir önceki akşamın yarı masalsı huzmelerinden, renklerinden, davetlerinden geriye betonlar, yamalı yollar, kunt binalar, paslı demirler kalmıştır. Eğer yalnızca birkaç günlük misafirsen, seni ağırlayacak olan kent bunlardan daha fazlası değildir. Rehberlerde ve haritalarda ayrıcalıklı yeri olan bazı binalar arasında mekik dokuyup durursun; lokanta önlerindeki garsonlar her halinden yabancı olduğunu anlarlar; bakışlarındaki acemilik kendi şehrinde bir başka yabancının bakışlarında gördüğünden farklı değildir. Sonunda sen dönersin, kent hayatına devam eder…

Aydınlık bir gün. Bükreş’ten Köstence’ye doğru giden tren kimi biçilmiş, kimi henüz sararmış, kimi sürülmüş tarlaların içinden geçiyor. İçimden şöyle geçiriyorum: Bu bir gündüz yolculuğu, Köstence’ye, onun seni ışıklarıyla, yakamozlarıyla, mehtabıyla aldatamayacağı bir vakitte gireceksin; eğer orada bir gece kalırsan, sabahleyin uyandığında hangi şehirle karşılaşacağını bileceksin; yalın bir karşılaşma olacak. “Yalın bir karşılaşma!” Cümle içimde yankılanıp duruyor. Böyle bir karşılaşmanın mümkün olmadığını bile bile neden bu cümleyi kurduğumu düşünüyorum bir süre. Oysa ben, anbean yaklaşmakta olduğum şehrin haritadaki yerini biliyorum, bir liman şehri olduğunu biliyorum ve bu şehrin 150 yıl önceden kalmış bir başka haritada, bir başka ülkenin sınırları içinde göründüğünü de biliyorum. O geçmiş zaman haritasının benimle, benim belleğimle yakın bir ilişkisi var. Bugün bile dünya hakkında konuşurken hep o geçmiş zaman haritasına bakarak konuşuyorum, hükümlerimin arkasında o duruyor. Öyleyse bu karşılaşmanın mevsimine ve vaktine bir sözcük daha eklemem gerekiyor: Hafıza. Hafızam, Köstence’yi bir gün sonra gideceğim Braşov’dan ayırıyor mesela; ikisini iki ayrı kefeye koyuyor. Köstence’yi hangi mevsimde ve hangi vakitte görürsem göreyim, bir akrabaya konuk oluyormuşum duygusundan kurtulamam…

İnsan Akdeniz havzasında gezmeye çıktığında, gittiği her yerde Roma’yla karşılaşır. Roma’dan kalma bir kale, Roma’dan kalma bir tapınak, bir büst, bir duvar. Roma bu havzanın büyük pederidir ve zihinsel bozukluklarını şuraya buraya dağıtmaktan hiç çekinmemiş, dahası eli bol da davranmıştır. Hepi topu iki buçuk saat sürecek yolculuğumuzun son bir saatinde, ansızın aklıma gelen bir başka sebepten ötürü Köstence’ye merakım artıyor. Roma imparatoru Augustus, İsa’dan sonra sekizinci senede şair Publius Ovidius Naso’yu başkentine uzak sayılabilecek bu küçük kıyı şehrine sürmüştü. O zamanlar adı Köstence değil Tomis’ti. Her şair Ovidius ile biraz akrabadır. Öyleyse ben yalnız akrabam bir şehre değil, çok eski bir zamanda bir akrabamın sürgün cezasını çektiği bir açık cezaevine de gidiyordum. Ovidius’un bu sürgünlüğü, biyografisinin hiç değişmeyen hüzünlü bir bölümünü oluşturur. Tomis’e geldiğinde 51 yaşındadır, çok istemesine rağmen bazı ayak oyunları yüzünden Roma’ya geri dönememiş, bu can sıkıcı tenha kıyı kentinde 61 yaşında dünyaya veda etmiştir. Sürgün edilme sebebi, aşk üzerine yazdığı baştan çıkarıcı dizelerdir. Ne hikmetse Roma’nın ahlaklılığı tutmuştur…

Trenlerin nihai duraklarına yaklaştığını gösteren işaretler vardır. Uyumamış ve ansızın uyanmamışsanız, tek tük bina ya da tesislerle başlayan karşılamaya kenar mahalleler de katılır ve siz yavaş yavaş gar binasına yaklaşmakta olduğunuzu anlarsınız. Gar binaları dünyanın her yerinde birbirine benzerler; bina ne denli gösterişli olursa olsun, orada insanlar bir süreliğine askıya asılmış elbiseler gibi dururlar. Gar binalarında zaman kişiliksizdir. Ama işte insan, Köstence garındaki marketlerden birinde bir kadının Türkçe olarak ‘Türk müsünüz’ sorusuna muhatap olunca, bu kişiliksiz mekânda birden bir ev sıcaklığı da hissedebiliyor. Tatar kadına, şehirdeki adresimize nasıl gideceğimizi sorarken, tam o anda markette bulunan bir başka adam, ‘sizi Mehmet götürsün’ diyor. Mehmet’in kaçak taksisiyle bizim için CD’den çalmaya başladığı arabesk müzik eşliğinde zaten çok uzak olmayan şehir merkezine varıyoruz. Ovidius heykeli ve biraz ilerisinde bulunan Hünkâr Camii, iki ayrı zamanın vefalı bekçileri gibi, güneşin altında nöbet tutuyor. Ve kentin meydanında hafıza, bir süredir kullanılmayan bir makinenin telaşıyla, dişlilerinden bazı kelimeler geçirerek çalışmaya başlıyor: Dobruca, Eflak ve Boğdan, Kral Camii, Mecidiye ilçesi… Bir kez daha anlıyorum ki burada zamanın tanıdık perdeleri var; anlıyorum ki tarih asla tarafsız değildir!