Bazı kitaplar yetim çocuklara benzer. Bir zamanlar hevesle alınmış, merakla okunmuş ve özenle bir rafa yerleştirilmişlerdir. Ama bir gün, ya sahipleri öldüğü için ya da hiç bilemeyeceğimiz bir sebepten ötürü sahaflarda, kendileriyle aynı kaderi paylaşan öteki kitapların yanında görürüz onları. Refik Halit Karay’ın Tan Gazetesinin matbaasında 1964 senesinde basılan “Sürgün” romanını acaba yayınlandıktan sonra ilk kim aldı, hangi evde hangi koltukta oturarak okudu ve kitabın başından neler geçti de son bir gayretle gelip şu rafa sığınabildi. “Sürgün”, bütün bu sorularla sırlanmış bir şekilde, orada öylece duruyor işte. 1961 tarihli “Mehmet Emin – Hayatı, Sanatı, Eserleri” ile Tanpınar’ın 1972 baskılı “Beş Şehir”i de bir zamanlar kendilerine dokunan parmakların kaderlerini sayfaları arasında saklayarak, sessizce Sürgün’e arkadaşlık ediyor. Onlara bakarken insan, sahafa düşmüş her kitabın aslında iki ayrı hikâyesi olduğunu düşünmeden edemiyor: Sayfalarda anlatılan ve hiçbir sayfada anlatılmayan…
Hepten umutsuz olmayalım; sahaflara düşmüş kitapların bazılarında birkaç şifre kırıcı not, muhayyilemize yön verecek birkaç bilgi kırıntısı da bulunur. Okur adlarına ve imzalarına dikkatinizi özellikle çekmek isterim: Bunlar kitaba sonradan eklenmiş ama zamanla kitabın künyesindeki bilgiler gibi rütbeli bir yer edinmişlerdir. Bir sahaftan alıp çantamıza koyduğumuz kitap, şimdi sadece Refik Halit Karay’ın “Sürgün”ü değil, Sami Karapınar’ın da Sürgün’üdür mesela. Bay Karapınar, kitabı 1967’nin Mart’ında, muhtemelen havası netameli bir İstanbul gününde Bakırköy’de kütüğüne geçirmiş görünüyor. Kitabın ilk sahibi miydi acaba; yoksa ikinci elden almış, üzerine herhangi bir kayıt düşülmediğini görünce kendi okur mührünü mü vurmuştu? Ama işte o da Refik Halit’in hemen bitişiğine, “Sürgün”ün sahiplerinden biri olarak kurulmuş bulunuyor. Sami Karapınar’ın dolma kalemle sıraladığı harflere bakarken, edebiyatçılar tarafından dillendirilen bir düşüncenin doğruluğuna da kanaat getiriyorum: Bir kitap yazarı ve okuru tarafından iki kere yazılır. Yazar ortaya olgunlaştırılmış bir taslak atmış, okur ise cümlelerin üzerinden geçmiştir…
Acaba Sami Karapınar nasıl bir insandı? Çantama koyduğum Sürgün’de, yazarın neyi anlattığını değil de kitabın üçüncü sayfasının sağ üst kısmına adını ve imzasını konduran bir adamı düşünüyorum şimdi. Bunun, eski kitapların hisli okuyucuyla oynadıkları neticesiz bir oyun olduğunu elbette biliyorum. Ama benim, öteki hisli okuyuculardan, insanların el yazılarına bakarak karakter tahlili yapmak gibi bir farkım var: İşte Sami Karapınar’ın biri rakamlardan ibaret dört sözcüğü karşımda duruyor; sararmış bir yaprağın üst kısmında, sahibinin nasıl bir insan olduğunu ima eden köşeleri ve büklümleriyle. Bir süreliğine de benim kütüphanemde hayatına devam edecek olan Sami Karapınar’ın bütün kişiliğini şu birkaç sözcüğün harflerine bakarak ortaya çıkarmam elbette mümkün değil. Keşke alta uzunca bir cümle de kursaydı diye içleniyorum; kitaba adını eklediği gün İstanbul’da havanın nasıl olduğuna ya da o anda içinden neler geçirdiğine dair bir cümle. Böylece ben, onun adı ve soyadında mevcut olmayan harfleri de görme şansı bulacak, kendisi hakkında rahatça konuşabilecektim. Çünkü el yazısı sadece elimizin kabiliyetini değil, ruhumuzun hallerini de ifşa eder…
“Sami Karapınar, Mart 1967, Bakırköy”. Sürgün’ün okur imzalı sayfasını açmış, “S”nin kıvrımlarına, “a”nın sırt çizgisinin daireyle birleşme biçimine, “m”nin hatlarına ve üç direğinin hizasına, “i”nin üstündeki noktaya, “K”nın karnından çıkan iki kısa çubuğa, “p”nin tek gözüne bakıyorum. Tahminlerime göre Bay Karapınar, sadece her işini düzgün yapmaya çalışmıyor, aynı zamanda ne denli düzgün olduğunun da görülmesini istiyordu. Bu düzgün olma ve düzgün görünme hassasiyeti yüzünden muhtemeldir ki o da takdir edilme hastalığına yakalanmıştı. Bu hastalık yüzünden, “hiç bunu senden beklemiyorduk Sami Bey” cümlesini duymamak için elinden ne geliyorsa yapabilirdi. Elimizdeki mevcut harflerin direkleri ve karınları, Sami Karapınar’ın aynı zamanda cesaretsiz bir adam olduğunu gösteren işaretler de taşıyor. “Sürgün” romanının daima takdir edilmeyi uman bu “düzgün okur”u, hayat kendisinden bir irade beklediğinde hep geri çekilmiş birine de benziyor. Çekildiği yerde ise, bir gün çıkacağı zirveleri düşünerek kendini avutmuş olabilir! Bay Karapınar’ın el yazısında, yazarı takdir eden ve yüksek bir okur olarak onu “lütfen” onurlandıran bir eda da sezilmiyor değil. Kendisi hakkında şu kısa tespiti eklemeyi de mesleki bir borç addediyorum: Aslında yazmak da istiyordu…