Kısa çöpün yevmiyesi

Kadını uzun uzun anlatacak hiçbir malumata sahip değilim. Otuzlu yaşlarında ve biraz yorgun. Ailesi o küçük bir çocuk ya da ergen bir kızken İstanbul’a göç etmiş olabilir. Burada doğmuş olma ihtimali düşük. Beden dili, büyük şehrin tezgâhından geçmediğini gösteriyor. Doğulu değil, Karadenizli değil, Egeli de değil. İç Anadolu’nun herhangi bir yerinden gelmişe benziyor. Evlenme çağındayken, biraz daha iyi bir evlilik hayal edebilecek kadar eli ayağı düzgün. Ama işte burada ve bulaşık yıkıyor. Onu haftada birkaç gün lokantanın açık mutfağında, musluğun önünde, ellerinde eldiven, sürekli bulaşıkları yıkarken ve bulaşıkları durularken görüyorum. Eğer ellerinde eldiven yoksa bu kez kuruluyordur. Bu işi akşamleyin evinde de sürdürdüğünü tahmin etmek zor değil. Zaman zaman gözlerini salondan yana çevirip, yemek seçen müşterilere baktığı da oluyor. Bütün halk kadınları gibi o da insanları bir bakışta tanıyabiliyor; sonradan görmeleri, hazmede hazmede merdiven çıkanları, mızmızları, şımartılmışları, durumu pek de iyi olmayanları, talihsizleri ve talih kuşu konanları. O, talih kuşu konmayanlardan…

Hakkında hiçbir malumata sahip değilim ama ben bu kadını, bir üniversite bitirmiş olanlardan, bir ofiste oturanlardan, bir “hafta sonu dışarıda kahvaltı yapalım mı hayatım” diyenlerden daha fazla tanıyorum. Yaşım ondan büyük olduğu halde, çocukluğumun ablalarından biri gibi geliyor bana; çocukluğumun komşu kadınlarından, karşı evin gelinlerinden biri. Bu yüzden bazen, mutfağa bakarken, “Abla nasılsın?” demek de geçiyor içimden; “Çocuklar nasıl, kocan nasıl, kaynananla aran nasıl?” Çalıştığı açık mutfakta sadece o yok; aşçılar, aşçı yamakları, dönerci, kepçeci, bulduğu her fırsatta beyaz önlüğüyle aralarına dalan patron. İmeceyle çalışan rençperler gibi, kimi zaman biri bir şey söylüyor ve topluca bir kahkaha patlatıyorlar. Kadın, bu erkek kahkahalarına yalnızca ölçülü bir tebessümle iştirak ediyor; dönüp bakmadan, bulaşıklarını bir kenara bırakmadan. Bazı günler, sırf bu neşeli hallerinden birine tesadüf edeyim diye, uzun uzun yemek vitrininin önünde duruyorum. Her halkın bir neşelenme biçimi vardır ve ben işte şu mutfakta çalışan adamların kakara kikirisinin ve şu mutfakta çalışan kadının içe doğru gülüşünün okullarda gösterilmeyen nefis bir memleket fotoğrafı olduğunu biliyorum. Uzun yıllardır kadrajına giremediğim bir fotoğraf…

Burası büyük ve işlek bir lokanta; özellikle öğlen vaktinde oturulacak yer kalmıyor. Çevredeki bankaların, her türden ofisin, ticarethanenin çalışanları gruplar halinde gelip, yemeklerini burada yiyorlar. Onlara sürekli temiz tabak yetiştirmek gerekiyor. Ve işte böyle zamanlarda, beyaz önlüklü patronu, bulaşık yıkayan kadını azarlarken yakaladığım da oluyor. Kadın hiç ağzını açmadan, biraz daha hızlanarak yıkadığı bulaşıkları durulayıp kenara koyuyor. Emeğin güzelliğine bir parça ıstırap karışıyor; emeğin güzelliğine köşedeki masada oturan sigortacı kızların kahkahaları, ortadaki masada misafirlerini ağırlayan emlakçının iştahı ve bir emeklinin her bir tarafı kolaçan eden gözleri. Ortalık sakinleşince, yanı başındaki iskemleye oturup biraz dinleniyor kadın; dinlenirken cep telefonuyla konuşuyor, konuşurken yüzünden bir bulut gelip geçiyor. Konuşması bitince, iki elini dizlerinin üstünde birleştirip biraz öne doğru kaykılarak bir şeyler düşünüyor. Onu öyle görünce, İsmet Özel’in Muşta Bir Güz İçin Prelüdler’inden birkaç dize takılıyor aklıma: “Çoktan çorap örmeye başlamış dağlı kadınlardan uzakta / Evine bir kumru tadı bırakarak / Zülküf’ün anası / Düşünmektedir…”

Dışarıda acayip bir yağmur yağıyor. Çorbam bittiği halde, belki birazdan diner diye ağırdan alıyorum. Masam, kasiyer kızın oturduğu yere çok yakın. Bulaşık yıkayan kadın, mutfaktan çıkıp ta oraya kadar gelmiş. Patronların henüz işbaşı yapmadığı bu erken vakitlerde lokantayı geçici olarak idare eden kasiyer kıza bir şeyler anlatıyor. Bazı cümleleri bütünüyle duyabiliyorum, bazılarını da kendim tamamlayabilecek kadar. “Yani” diyor, “Dönmem öğleni biraz geçerse, yevmiyemin hepsini keserler mi acaba?” Kasiyer kız, hakkını yemeyelim, bir dert ortağı gibi cevaplar veriyor kadına: “Abla erken gelmeye çalış, erken gelirsen 30 lirayla kurtarırsın, gecikirsen 50 liranı gitmiş bil. Ama bu hastane işleri de belli olmuyor ki, iki saatliğine gidiyorsun akşama kadar çıkamadığın oluyor.” Kadın hiç istifini bozmadan, bir kez daha ve biraz da yardım umarak tekrar soruyor: “Yani bir saat geciksem, yine keserler mi acaba?” Kadın öylece ayakta duruyor, bir elinin işaret parmağını öbürünün avuç içiyle kavramış, yüzünde öncekilere benzemeyen ağır bir bulut. Ona bakıyorum ve “bütün renklerimi siliyor dışarıdaki yağmur…”