Sahilde, yüzüm Mihrimah Sultan Camii’ne dönükken, “kuşkusuz bu bina büyük bir medeniyetin eseri” diye geçirdim içimden. “Ve biz her gün, vapura binerken ya da vapurdan inerken, ona bakmak gibi bir ayrıcalığı sahibiz. Ayrıcalığımız sadece bakmakla da sınırlı değil üstelik: Yazdığımız yazılarda, yaptığımız konuşmalarda, hitabetlerimizde ve sohbetlerimizde şu görkemli mabedimizi dilimizin altında bulundurur, yeri geldiğinde herkesin ortasına konduruveririz. Tartışmaları uzlaştıran, sorunları kısa yoldan çözen, özgüvenimizi artıran bir yanı vardır onun. Herkes birden o ulu mimariye, o kesme taşlara teslim olur. Teslimiyet cümlelerimiz de bu cümlelere yaptığımız eklemeler de öyle çok tekrar edilmiştir ki kimse bu kolektif ezberin dışına çıkmayı aklının ucundan bile geçirmez. Şöyle denir mesela: Evet biz büyük bir medeniyetiz. Şu anda içinde bulunduğumuz durum bize hiç de yakışmıyor. El ele vermeli, daha çok çalışmalı, atalarımızın bize bıraktığı mirasa layık bir gelecek inşa etmeliyiz. Biz konuşurken, Mihrimah Sultan Camiinin karşısında boğazın suları dalgalanıp durmakta; kaldıysa eğer, bir lüfer sürüsü bir koydan ötekine gitmektedir. Bizim büyük medeniyetimiz balıklarla değil, daha çok taşlarla ilgilidir!”
Sahilde, yüzüm Mihrimah Sultan camiine dönükken, “ne tuhaf” diye geçirdim içimden. “Sürekli büyük medeniyetimizden bahsediyor, büyük medeniyetimiz hakkında sayısız yazı yazıyor ama bir kere bile balıkların gönlünü almıyoruz. Yaşadığımız şehrin sekiz kıyısı var üstelik; ve her sabah onlarca balık pazarında tezgahtarlar, müşterilerini lüferlere, çupralara, sarıkanatlara çağırıyor. Öyleyse niye içimizde balıkları bilen, balıklar hakkında kalem oynatan kimse çıkmıyor? Belli ki medeniyetimizin levrekler ve kalkanlarla bir ilgisi bulunmadığını düşünüyoruz. Tezgahta belki ama yazıda müşterisi yok balıklarımızın. İçimizden birisi kalkanın lezzetinden, artık zor bulunur olduğundan dem vuran bir yazı kaleme alsa, medeniyetler arasında koca bir savaş yaşanırken, mide zevkinin peşine düştüğü için pek çok eleştirinin muhatabı olacak muhtemelen. Bir medeniyet adamının, gurmelerin, ağız tadı yazarlarının seviyesine inmesi pek de yakışık alacak bir durum değildir. Böyle meşguliyetler, Midhat Efendi’lerin, Ahmet Rasim’lerin, Refik Halit’lerin eski İstanbul’larında, o güzelim boğazda kalakalmıştır. Bizim büyük uygarlığımız balıktan daha besleyici olan kırmızı et uygarlığıdır ve şiş kebabının kaleme teşne edilecek incelikli bir tarafı yoktur. Kebabımızı yer, medeniyetimizden konuşuruz…”
Sahilde, yüzüm Mihrimah Sultan camiine dönükken, “ama biz mimariyle de ilgilenmiyoruz” diye geçirdim içimden. “Medeniyetler arasında büyük bir savaşın yaşandığını, büyük medeniyetimizin nasıl bir tehdit altında olduğunu sayıp dökerken, yaşadığımız şehir yıkılıp yapılıyor, yıkılıp yapılıyor. Daha fazla öğrenci alsın diye bahçesiz ilkokullar, müteahhide daha fazla daire düşsün diye kulübeler inşa ediliyor mesela. Herkesin aynı odada yattığı köy evlerine geri dönüyoruz! Şehrin ortasındaki bahçeli ya da az katlı binaları depreme dayanıksız olduğu için boşaltıp, kentsel dönüşüme tabi tutuyoruz. Sonra bir de bakıyoruz ki dönüştürdüğümüz yerde bir mahalle kalmamış, oynayan çocuklar kalmamış, köşedeki bakkal kalmamış, camdan cama konuşan kadınlar kalmamış. Mahalle, içeriye Jeeplerle girilen, kapıları kameralı sistemlerle kontrol edilen, misafirleri bir süre kapıda bekletilen ayrıcalıklı bir site yapılıvermiş. O Jeeplerin içinde büyük medeniyetimize inanmış pek çok adam var, medeniyetimizi düşünmekten, onun için çalışmaktan yorgun düşmüş adamlar. Sabahleyin işlerine gidince, gazetelerinde ya da takip ettikleri internet sitelerinde ilkin ne büyük bir medeniyetimiz olduğunu anlatan yazarların müptelası hepsi de. Kıymetli zamanlarından vakit ayırıp, değerli bilgileri için köşe sahibine teşekkür gönderenler de yok değil. Ne de olsa aynı mücadelenin farklı kollarında ter döküyorlar…”
Sahilde, yüzüm Mihrimah Sultan camiine dönükken, “Ne var bizim anlatmakla bitiremediğimiz şu büyük medeniyetimizin içinde” diye tekrarladım. “Şu sabitlenmiş doğu-batı söylemini çıkınca ne kalıyor geriye. Biz kimiz? Nasıl bir hayatımız var? Neden mutfağımız, gardırobumuz, oturup kalktığımız mekanlar, dinlediğimiz müzikler, sevdiğimiz şehirler, tercih ettiğimiz semtlerden bahsetmeyi dünyevilik sayıyoruz. Belki de medeniyet, kırdan gelmiş adamların bir bahanesi, bir görünme biçimidir; bir eski binalar anlatısı ya da ölü zamanlar sığınağıdır. Bu paslanmış düello silahıyla sahaya her indiğimizde, yüzümüz asık bir halde, yüreğimizden vurulmuş olarak evimize dönüyoruz; nedir şu lüfer zevkiyle mest olmuş paganlardan çektiğimiz?” Ben böyle kendi kendime konuşurken, Mihrimah Sultan Camiinin taş ustası, kalfası, mimarı, hattatı bakıp bakıp muzipçe gülümsüyorlar. Bunlar yalnızca işini yapmış olan adamlar, bunlar işlerinin ne olduğunu bilen adamlar, bunlar hiç medeniyetten bahsetmeden medeniyet kurmuş adamlar. İşleri bittiğinde evlerine giden, evlerine gittiğinde “lüfer mevsimi de geldi” diyen adamlar. Biz hâlâ sazan balığındayız!