Kim kime iyilik ediyor aslında?

Evsiz barksız insanlarla farklı gezegenlerde yaşıyoruz sanki. Evsiz barksız çocuklarla birileri mutlaka ilgileniyor olmalı, bir de böyle bir güvenimiz var.

Sait Faik’in, Füruzan’ın, Mustafa Kutlu’nun sokak çocukları, anlatıldıkları gibi, aynı terk edilmişlik içinde kaybolmaya devam etmiyor mu acaba? Cevabın olumlu olmasına ihtiyacımız var, ama bakalım bunun için neler yaptık? Geniş aile ve mahalle dağılırken bunun bedelini önce çocuklar ve yaşlılar ödüyor, ardından kadınlar. Bazen yoksulluk, bazen boşanma yüzünden artık aile vasfını yitiren kurum, ortada bırakıyor çocukları. İçlerinden kimisi bir şekilde –bir Kemalettin Tuğcu kahramanı misali- büyük güçlüklere rağmen nihayet hayata tutunuyor, kimine devlet ve toplum sahip çıkıyor, kimi de ne yazık ki sokak çocuklarının arasına karışıyor.

Üniversite öğrencisiyken sıklıkla Küçükyalı’da, Mektep Caddesi üzerinde bulunan Yetiştirme Yurdu’na giderdim. İdare nasıl müsamaha gösteriyordu, hatırlamıyorum. Sohbet ederdik çocuklarla. Kendi çekirdek ailemizin görece konforu nedeniyle, yurtlarda kalan bu çocuklara borçlu olduğumu düşünürdüm. Benim kuşağımın gündemindeki vazgeçilmez başlıklardan biriydi, sokak çocuklarının sahipsizliği. Hayat Vakfı bu başlığı çare arayacak şekilde gündeminde tutmaya devam ediyor.

Bir kurum hiçbir zaman ailenin yerini tutamaz, ancak ailenin kendine has güven ve sıcaklığına biraz olsun yakınlaşamaz mı…

Sinan Sertel’in “Bir gün Bir Çocuk” (2016) isimli, ağırlıklı olarak Sevgi Evleri mekanlarında geçen filmini izlerken, bu düşünceler aktı zihnimden sürekli. Sevgi Evleri Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına bağlı olarak geliştirilen bir proje. Ailesinden kopmuş çocuklar için aile ortamına en uygun şartları hazırlama gibi bir hedefi olan bu evler üzerine yapılmış ilk sinema filmi, Bir Gün Bir Çocuk.

1981 doğumlu bir yönetmen Sinan. Sinemanın bilinçli tercihi olduğunu gösteren bir biyografiye sahip. Toplumsal yaralara ilişkin sorumluluk almayı hatırlatan filmler izledim ben Sinan Sertel’den hep. Âdem’in Hikayesi (2013) isimli kısa filmi, insan evladının hayat macerası üzerine “Esrarnâme” mahreçli bir sorgulama. Tema ise şöyle özetlenebilir: Hayatın anlamı bizim keşfedebileceğimizden yüce, beri taraftan ancak emek verdiğimiz kadarıyla pay sahibi olacağımız bir açıklaması var bu anlamın. Sinyal Yok (2011), Mavi Marmara yolculuğunu konu alan bir belgesel. Mavi Marmara’nın küresel düzen karşısında ortaya koyduğu “başka türlü olabilir” şeklindeki açıklamayı yansıtan duru bir içeriği var. “Form ne kadar basitse film o kadar derindir” diye izah ediyor Sertel, bu duruluğu.

Eluard, Picasso’ya şöyle söylemişti (Garaudy naklediyor): “Sen, insan kardeşlerine geçici görünüşlerle yetinmeyi reddetme cesareti veriyorsun.” Sanat bizi hayatı artık fark edemediğimiz yönlerini görmeye açacak bir bağlama çekebilmeli; aksi takdirde sadece gözümüzü gönlümüzü okşayacak bir teselliden ibaret kalırdı. İhtiyacımız olan teselli, kandırmaca veya vitrin düzenlemesi değil, ihtimam. Sahipsiz kalmış çocuklara dönük sorumlu her hatırlama bir bağış değil, borç. Dünyayı cehenneme çeviren olayların arka planında, zehirli çocukluk hatıraları var.

Aile ocağından kopmak, koparılmak başlı başına bir travma kaynağı. Peki, daha sonra ne olacak? Sevgi Evleri’nde kalan çocukların çoğunun anne ve babası ayrılmış. Bu evlerin, alışılmış kalabalık koğuşların bulunduğu kurumlara göre daha bir yuva havasına sahip olmasına gayret ediliyor. Film bizi bu evlerin atmosferine taşıyor ve kendimizi sorgulamaya sevk eden sorular koyuyor ortaya, doktora tezi için gönülsüzce kuruma dahil olan pedagog Mete’nin (Cemil Büyükdöğerli) yaşadığı tecrübe üzerinden.

Bazı aileler çocuklarını mutsuz etme pahasına dağılırken, bazı aileler de çocuk sesinden yoksunluğa yorarlar meselelerini. Mete ise ideallerine ilerleyen yolu kapatacak bir engel olarak görmektedir çocuk sahibi olmayı. Yedi yıllık evliliğin ardından artık anne olmak isteyen eşi Aslı ile bu yüzden sürekli tartışırlar.

Sevgi Evi’nde yaşayan çocuklardan biri olan Umut’u tanıdıkça, çocuk ve aile üzerine sahip olduğu önyargıları kırılmaya başlıyor Mete’nin. Umut, üvey annenin tahammülsüzlüğü yüzünden Sevgi Evi’ne gelmiştir. Aile yuvasında barınamadığı halde nasıl böyle iyimser, güler yüzlü olabiliyor peki? “Rap sanatçısı Yener Çevik’in bu film için yaptığı ‘Hu Hu Komşu Komşu’ isimli şarkı, neşe, tasa ve ironi arasındaki bağ üzerine düşündüren bir etki uyandırıyor. Görünüşe aldanmamak gerekir. Yine etrafına neşe saçtığı bir günün ardından Umut’un babasına telefonla özlemini anlattığı sırada onunla birlikte gözyaşı döktü bütün salon. Bir çocuk bunca zor tecrübelerin ardından nasıl hayata ve insanlara küsmez? Üzgün bir çocuğa umut verecek tek bir cümle kurmak, çocukluğumuzdan itibaren her türlü kanalla bize dayatılan başarı mitleri açısından önem taşımasa da hayatın anlamı üzerine ihtiyaç duyduğumuz cevap için bir kapı, bir pencere açabilir önümüze. Kim kime iyilik ediyor zaten orada? Umut’un dünyasını keşfederken, eşi ve babasıyla ilişkilerindeki içtenliğe izin vermeyen ego duvarlarının yıkılmaya başladığını fark ediyor Mete. Taşradaki sevgi evinin çocukları ve kurumu bir aile ortamına yakınlaştırmada büyük bir rol üstlenen eğitimci Ahmet’le (Mehmet Usta) yakınlaşmasını sağlayan olayları takiben, baba olma konusundaki korkularıyla yüzleşiyor. Kuşkusuz bu korkusu, hasta babasıyla ilişki kurmasını zorlaştıran çok köklü sebeplerden kaynaklanıyor.

Sinan Sertel, çok kolaylıkla popülizme kaçabilecek bir hikayeyi ustalıklı bir dille anlatmayı başarmış, ilk uzun metrajlı filminde. TRT’nin bir projesi kapsamında yer alan bir film yaptığı halde, didaktik olmanın kolaylıklarına prim vermemiş.” Sevgi Evleri için ne yapabilirim, diye sormaya devam ediyorsunuz, filmi seyrederken. Umut’un sergilediği çocukluk yaraları nasıl açılmazdı, açılmışsa da şifa bulması için elimizden ne gelebilir… Aile yara açar ve evet, aile şifa sunar. Seyrettikten sonra unutamayacağımız bir film, “Bir Gün Bir Çocuk.”