İçinde bulunduğumuz günlerde sıklıkla önümüze geliyor bu soru: İntihar bombacısını kendini imhaya kadar götüren nasıl bir nefret veya umutsuzluk olabilir? Zorlu hayat tecrübeleri kimisini terörist olmaya sevk ediyor, kimisine ise başına gelen felaketleri biricik kılmadığı bilgece bir bakış kazandırıyor. Terörün hayatımızı cehenneme çevirmeye çalıştığı günlerde hiçbir tarif ve tanım yeterli gelmiyor gerçi. Kim, nasıl bu kadar nefret dolu ve her şeyden vazgeçmeye hazır hale gelebilir?
Birkaç haftadır Kemalettin Tuğcu’yu konu alan bir yazı üzerine çalışıyorum, Mustafa Ruhi Şirin’in yaptığı bir çalışma için. Tuğcu’nun kahramanları, zor hayat şartlarının çocukları. Bu zorluğu oluşturan sebeplere doğuyor veya sonradan dahil oluyorlar. Fakat her zaman iyimserliklerini koruyor, mücadele etmeyi sürdürüyorlar. Kötülüğün fırsatlarına uzak duruyor, yapıcı eylemde buluyorlar şifayı.
Çoğunluğu teşkil eden iyilik edilgen, azınlığı teşkil eden kötülük aktif ve karşı konulmaz mı? Ayrıca, iyiliğin çoğunluğu teşkil ettiği nahif bir iddia olabilir mi?
Doğrusu şu: İyilik için sürekli mücadele etmek zorunda insan. İyi kalmak, iyiliği kendi mantıki sonuçlarına taşımak sürekli çaba, özveri, kavrayış, muhasebe istiyor. Kötü ise karanlığın tülünün gerisinden izliyor alemi ve tebliğe kulak tıkıyor. Nefret ve öfkesini, intikam arzusunu değiştirecek yeni bir söze kapalı filtrelerle ayakta tutuyor.
Kendini iyi sanan kötüler gibi, kendini kötü sanan iyilerle de karşılaşmış olabiliriz. Böyle sayısız hal ve ifadesi var insanın elbette; aksi takdirde meleklerden ve şeytanlardan söz etmemiz gerekirdi.
Kötülüğün ulaşabileceği son kerteler, küfürle, karanlıkla ilgili her zaman.
Bir yerde ekilen kötülük doğru bir muameleyle düzeltilmediği takdirde bünyeleri zehirliyor.
Ulus devletin yürüttüğü mühendislik işlemleri, Yunan mitolojisinin kötülük figürü Prokrustes’ün “ıslah” çalışmalarını getiriyor aklıma. Düzenlediği baskınlarda yakaladığı yolcuların boylarını yataklarına uydurmak için kollarını ve bacaklarını kıran ya da çekerek uzatan bir hayduttur, Prokrustes. Biz de toplum olarak hoyrat muamelelere maruz kaldık. Kimimiz sakatlandı, kimimiz felç oldu, kimimiz yaşayan bir ölüye dönüştü.
İnsan olarak birbirimizin imtihanıyız. Tam o sırada neredeydim ben, sen neredeydin, neler konuşuyorduk? Kürtler çok büyük acılar yaşadı bu ülkede. Dindarlar, solcular, Aleviler de benzeri acıları farklı ölçülerde yaşadılar. Ancak Kürtlerin acıları, dil yaralarını kangrene dönüştüren kimlik işkenceleri nedeniyle de tahammülü zor boyutlara ulaştı. Derrida haklı: Bugün üstesinden gelmeye çalıştığımız ağır meselelerin kaynağında dil/alfabe dayatma ve tahakkümünün payı büyük.
İslami kesim bir taraftan dil devrimi, diğer taraftan da kamusal alandan dışlanmayla birlikte gelen bir güçten düşürülme işlemine maruz kaldı. Bu güçten düşürülme işlemini tayin eden politikalara dönük her tepki, her sorgulama “irtica” manşeti altında bastırıldı. Kürtlerin bastırılması ise “irtica” başlığının yanı sıra “bölücülük” gerekçesiyle de sürdürüldü. Tabii “bölücülük” aynı zamanda İslamcı ve solculara da yöneltilebilen bir suçlamaydı.
Hiç değişmeyen bir mesele, teröristle özgürlük savaşçısını karıştıran tariflerde öne çıkan boşluklar. Bunun sebebi uluslararası literatürde terörist diye hapse atılıp da yılların ardından özgürlük kahramanı payesiyle geri dönen örnekler kuşkusuz.
Buna karşılık bir mücadelenin erdemini tanımlayan değişmez ilkeler elbette görece olmaktan uzak: Kime karşı olursa olsun kim yaparsa yapsın hedefim katil deyip masumun da canına kasteden bütün eylemler terörizmin hanesine kayıtlı olmalıdır. Kadere, imtihan dünyasına veya hayatın çeşitli sürprizlerine hatta devrime inancını yitirmiş o, bu yüzden insanlara sadece ölümü sunabiliyor.
Kendisine iyi davranmayan dünyayı kimse hak etmiyor, ister bebek olsun ister yetişkin, oradan geçen yolcu.
Kıydığı insanlarla göz göze gelmiş olsaydı, bombayı tutan elini geri çekebilir veya bir bombaya dönüşmesine göz yumduğu öfkesi yüzünden tövbe edebilir miydi? Rus anarşist Kaliyev, bunu başarabilmişti.
1905 yılının şubat ayında Çar’ın amcası Büyük Dük Sergey’e suikast düzenlemeye hazırlanan beş kişilik anarşist bir hücrenin lideridir Kaliyev. Ne var ki tam suikast anında Büyük Dük’ün arabasında iki de çocuk bulunduğunu görerek tereddüde düşüyor: Büyük Dük, kutsal bildiği davası adına ölümü hak eden biri ona göre, ancak iki masum çocuğun ölümünü aynı gerekçelerle izah edebilir mi… Bu soru üzerine düşünürken çocuklardan biriyle göz göze geliyor ve suikast planını gerçekleştiremeyeceğini anlıyor. Nefret ettiği Çar ailesine mensup da olsalar onlar birer çocuk, ileride nasıl bir insan olacakları öngörülemez.
İnsanın dünya imtihanında yenilgisi veya başarısını belirleyen bir sınır, bir nokta var; orada yaşanan bir tereddüdün ardından yapmanız gereken yeni yorumla, almanız gereken yeni kararla kazanmaya veya kaybetmeye başlıyorsunuz.
Çoğumuz zaman zaman devlet adına hareket ettiğini öne süren kesimler tarafından suçlanıp cezalara maruz bırakıldık. Ancak yaşadığımız acılar hayat ve toplum düşmanı olmaya götürecek şekilde yüreklerimizi karartmadı. Kuşkusuz, bildiğinin ötesine taşımak için kendini değiştirme (tebliğde bulunma/tebliğe açık olma) yeteneğinden vazgeçmemeyi başarmak gerek.
Terörist, kendinden büsbütün vazgeçmiş insan. Kemalettin Tuğcu kahramanları üzgün ve aç, yalnız ve çatısız bile olsalar kendilerinden vazgeçmedikleri için iyimserdirler. Masumiyetin üzerimizde bilincimizi iyimserliğe açan bir etkisi var. Dünya yeteri kadar adil değil şimdiki haliyle, onun düzelmesi için çaba göstermek bize düşmüyor mu? Çocukla karşılaşma, kendimizde henüz saklı bulunan çocuk potansiyeli ile yüzleşme anlamına da geliyor.
Kaliyev’in geçirdiği kararsızlık anı, isyancının devrimci bir bilince yönelecek şekilde katile özgü tutsaklıktan kurtulmayı başardığı andır. Böyle bir etkiye açık olmak için de çocukluğumuzun anlamlı sahneleri her zaman elimizden tutuyor: Henüz vakit var, diye düşündürüyor kolayca silinip gitmeyen bir iyiliğin hatırası. Umut edebilir, kendimizi ve bağlamımızı değiştirecek bir sıçrama gerçekleştirebiliriz.