Doksanlarda, dil bilgisi alanında ilk makalemi yazmaya cesaret ettiğimde, beş altı ay boyunca yazdığım makale hakem olacak bir hocaya gönderildiğinde, hiç unutmayacağım eleştiriler aldım. Yok falan kaynakçaya dikkat edilmeli, falan kavramın açıklamasını ve dayanağını belirtilmeli, yok terminoloji tercihi için açıklamanın eksik oluşu, yok diğer dillerde benzer unsurların varlığı… Yanlış yerde bir virgül için fırça üstüne fırça. Yazdığın her sözün açıklaması veya dayanağı olacak, vesselam. Falan tarihe kadar tekrar hakeme gönderilmesi gerektiğini… Vazgeçecektim, akademisyenlikten de, makaleden de, dil bilgisinden de, olmaz. Makaleyi düzenlemeden istifa edemezmişim. Kısa bir süre içerisinde düzeltmeler yaptım. Ağzı sütten yanmış yoğurda da üfler derler. Az kalsın ismimin ve soy ismimin altında da kapsamlı bir dipnot koyacaktım, açıklamalı, belgelere ve kaynaklara dayalı. Bir o eksik kaldı.
Şimdi geriye baktığımda hakemin makalem hakkında yazdığı eleştiriler metodolojik de değil, pek de hatalar yoktu, fakat amacın genç bir akademisyenin pişmesinde bir metot. Veya ilk dediği olmasın, ilk makalesiyle kendisini bilim adamı zannetmesin diye. Pişsin diye. Tabi o zamanlarda dergilerde bu çift taraflı gizlilik yoktu, hakem de belli, yazar da belli. Aynı hoca başka birinin makalesine hakemlik yapmış, dağlar kadar hatalar varken, olumlu rapor yazdığında cesaretimi tekrar toplayarak nedenini sordum. ‘Adam kendini büyük âlim sanır, bıraktım, el âlem cehaletine şahit olsun’ dedi. Şaşırdım. Ve hala yazdığım her şeyi tekrar okuduğumda bu hocanın yüzü ve makalem hakkında yazdığı rapor gözlerimin önünde. Beni ne kadar takdir ettiği, ne kadar teşvik ettiği de. Yazdıklarına bir şey dedirtmeyen, cehaletlerinin ıslak sıcaklığında mantarlanıp kıvranan yarım yamalak akademisyenler de. Meslektaşlarının ele güne maskara olmasına sevinen hakemler de. Yazarken, bütün bunlara göre yazmaya çalışıyorum. Hakem olarak (gerçi, bu görevi hiç sevmiyorum) bilim yöntemini ve gerçekleri ön planda tutarak her makaleye hak vermeye çalışıyorum. Veya kimsenin hakkına girmemeye.
Fakat son zamanlarda hem kitap tanıtımlarında, hem de hakem raporlarında eleştirisel bir yaklaşım göremiyorum. Her şey sen bana ağam, ben sana paşam misaline dönüşmüş. Abartılı övmeler, övünmeler, karşılıklı iltifatlar, eseri okumadan yazılan klişe tanıtım yazıları, yazarlardan eserlere, tanıtım yazılarından hakemlere kadar her yerde kemalin her taraftan fışkırmasına rağmen günden güne kalitesi düşen sayısı artan kitapların, makalelerin yayınlanmasını görmekteyim. Vasat bir seminer çalışması veya iyi bir kompozisyon kapsamında mezuniyet çalışmaları, eski mezuniyet çalışması büyüklüğünde doktoralar… Zaman kaybı ötesinde bir şey kazandırmayan romanlar, hikâye kitapları, şiir kitapları. Berbat tercümeler. İmla hataları, cümle bozukluklarını söylemeyeyim. Eleştirisel bir yaklaşım varsa, o zaman şahsiyete yönelik: falan akademisyeni/falan yazarı nefretinden yerle bir etti derler. Yani, orda sevgi, nefret veya herhangi bir duygu söz konusu olur mu? Orada konu yazar değil, yazarla eleştirmen arasında ilişki, yakınlık, sevgi, sempati veya tepki derecesi, konu insanın önündeki eser. Ve olası okurlara karşı sorumluluk. Bilime karşı, sanata karşı sorumluluk. Bir şey desen, seni kötü niyetli ilan ederler. Övmek en iyisi. İltifat etmek en pratik. Bir tane tanıtım yazısını yazmak, içinde eserin mükemmel olduğu yazmak, yazarın yeni yaklaşımını, konuya hâkim oluşunu, yeteneğini methetmek. Form şeklinde. Sadece yazar ismini ve kitap başlığını değiştirip kendi üslubuna sadık kalmak. Bununla şehir şehir ülkeyi gezmek. Bu da karşılıklı olsun. Falan akademisiyken de benim kitabımı methetsin. Hepimiz sayın hoca olalım! Zaten akademi de, edebiyat da tezgâha dönüştürülmüş. Kitap yayınlamak, kitap satmak önemli. Raflarda dursun. Gerektiğinde başlığını değiştirerek bir iki kitabımızın içeriğinden birer bölümü birleştirerek yeni kitap yazmak. Evvelsi günden kalma dolaptaki yemekleri birleştirerek hane ehline yemek adına sunmak gibi bir şey. Yeni bir isimle. Yeni bir kapakla. Kimse okumuyor bahanesiyle içeriğine pek dikkat etmiyoruz. Bir de eleştirisel yaklaşımla ömür boyu düşman bağlamak neme lazım felsefesi.
Peki ya bu eserlerin, imzaladığımız hakem raporların ölümümüzden sonra sevaplarımızın yazılmasına sebep mi olsun? Yoksa her şeyi hemen banka hesaplarımızdan toplayıp harcayalım? Her şey yüzümüze tebessümle ‘Sayın Hocam’, en önemli hikâyeci, zamanın şairi, mükemmel romancı ibareleriyle hitaplardan, iltifatlardan ibaret olsun. Arkamızı döndüğümüzde bize kıs kıs gülsünler. Yoksa, kimseyi kırmama bahanesiyle eleştirisel yaklaşımdan kaçıyoruz. Allah da Rahim, Kerim, merhamet O’ndan. Bilime, gerçeğe, sanata, değerlere merhametli olma görevimizi ihmal ediyoruz. Na-ehli överken, na-ehle yer verirken işin ehline, bilenlere, hakkıyla yapanlara haksızlık yapmıyor muyuz? Doğrulara, sanata, evrensel değerlere yaptığımız haksızlık da var. İşte, biz kibarmışız. İyiymişiz. İyiliklerimizle dağlar kadar haksızlık yapıyoruz. Kitabı kopya, evet doçentlik, profesörlük için yazmış, ama iyi insan. İyi arkadaş. Tartışmaya girmeyeyim. Neme lazım, benim kadar bilenler geçirmişse, niye karışayım? Olsun gitsin. Yazarın gönlünü, hakemlerin gönlünü kırmak istemiyorum. Söylemem. Ya gerçeğin gönlü yok mu? Bilimin gönlü, canı, bir şeyi yok mu? Yüz diye bir şey kalmadı mı? Yoksa sadece rakam anlamında kaldı? Özellikle para pul puan sayarken.
Bizden sonra insanlık olursa, tarih olursa, bu göz ardı ettiklerimizin, ilgisizliklerimizin, herhangi bir sebepten na-ehle yer verdiğimizin, hüsnü zanna dayandırdığımız iltifatlarımızın sorumluluğu olmaz mı? Hele de yaptıklarımızla baş başa kaldığımız gün. Teliflerimizin, iltifat dolu raporlarımızın işe yaramadığı gün. Gerçeğe, doğruluğa, bilime, sanata, değerlere verdiğimiz zararlarla baş başa.