‘Kente Giden Yol’

Balmumcu’nun çatıları üzerinden beyaz bir kuş uçuyor, biraz sonra bir kuş daha. Çatıların üstünde bir pencerenin görebileceği kadar bir gökyüzü; açık ama berrak değil. Bir top ince bulut tam karşıma demirlemiş, yerinden kımıldamıyor. Aşağıdan bazı sesler geliyor; bunlar artık alışık olduğumuz şehrin sesi: İçinde insanların, motorlu araçların ve uzaklardan perde perde gelip onlara katılan her türlü nesnenin gürültüsü var. Bir an aklıma takılıyor; bu gürültülere nasıl tahammül edebiliyoruz? Sadece azalıp çoğalıyor ama hiç durmuyor. Bazen uzaklara gittiğimizde, diyelim sessiz bir bozkıra, vücudumuzun bütün gözeneklerine işlemiş bu sesler yüzünden küçük bir şok yaşıyor, kendimizi o büyük sessizliğin içinde çırılçıplak hissediyoruz. Sadece çırılçıplak da değil, bir de kol değneksiz. Sanki yıllardır bağırtı ve çağırtılara, uçak, gemi, tren ve araba seslerine tutunarak yürümüşüz gibi tutacak bir şey arıyoruz. Şehre alışınca boşluğa da tahammül edemiyoruz, boşluk bizi küçültüyor, egomuzu yerle bir ediyor, beyhudelik duygusunu kamçılıyor. Boşluğa sadece birkaç gün, zar zor dayanabiliyoruz; bir an önce şehre dönmek istiyoruz. Şehir, kırların açtığı yaranın üstünü yeniden gürültüyle kapatıyor…

Sizin de içinde geçenleri unuttuğunuz ama adını hiç aklından çıkarmadığınız bir kitap mutlaka vardır. Hafızamı ne kadar zorlarsam zorlayayım, “Kente Giden Yol”un hikâyesini artık hatırlayamam. Oysa onun kapağını kişisel bir davetiye gibi saklayıp durdu belleğim. Beni kışkırtan kitabın içeriğinden çok ismiydi. Kapak, bugün bile Proust’un çaya batırılmış madleni gibi bir his bırakır bende. Yaz günleri, şimdi şu çatıların üstünde gördüğüme hiç benzemeyen, masmavi ve kocaman bir gökyüzünün altında yaşıyordum o zamanlar. Hep aynı salkımsöğütler, aynı dere şırıltıları, tozlu yollar. Hepsi birer can sıkıntısıydı. Kuşlar ve uçaklara bakınca, içimde isyankâr bir dalga yükseliyor, gözlerimi sessizce yere indiriyordum. Yere, yani yeniden tozlu yollara ve gevşek gövdelerinden ancak inşaat kalası çıkarılabilen kavak ağaçlarına. Ve bir gün bir dağın öte yamacından kıvrılıp giden treni de gördüm. Bu, ıssızlığın ortasındaki çocukların yaşadığı çok özel bir tecrübedir, bir başkasına asla aktarılamaz. Gökteki uçak ve tepelerin ardındaki tren beni, onu okumadan çok önce “Kente Giden Yol”a hazır etmişti zaten. Yıllar neyi değiştirebildi ki: İnsan hep uzak bir kente gitmek ister…

Diğer canlıları bilemem ama insan kendi hevesini kırmayı öğrenemezse, bu işi başkaları mutlaka yerine getirir. Hem de ilk davrananlar en çok sevdiklerimiz olurlar. İşte bahar bir kez daha geldi, Balmumcu’nun çatılarından birkaç kuş şuraya buraya uçup duruyor ve aralık pencereden bünyesi küçük kuşların sesleri geliyor. İçimde yine çıkıp bir başka kente, hiç bilmediğim yerlere gitme hevesi var ama ben o hevesin dallarını artık ellerimle kırmayı öğrendim. Yıllar önce de yine böyle bir ruh hali içerisinde yazdığım bir yazının sonuna Kavafis’in “Kent” şiirinden birkaç dize eklemiş, tesellime kendimce sağlam bir dayanak bulmuştum. “Yeni ülkeler yeni denizler bulamayacaksın / Hep peşinde olacak bu şehir hep aynı sokaklarda dolaşacaksın.” Belli ki bir sarmalız biz; dönüp dolaşıp aynı arzuların, savruluşların kapısına geliyoruz yeniden. Ve işte karşı bir ses, tüyleri kabarmış hevesimizi okşaya okşaya yoluyor: Anlıyorum seni, diyor; ama sadece sen değilsin gövdenden, gövdeni sınırladığını düşündüğün mekândan kurtulmak isteyen. Her insanda çırpıp duran kanat sende de baharın rüzgârına kapılıyor. Oysa nereye gidersen git, doğup büyüdüğün yerler de seni takip edecek ve hiç kurtulamayacaksın kendinden…

Şimdi, Balmumcu’nun çatılarından bakarken birden bir ayılma da yaşıyorum: “Kente Giden Yol”, bir kaç tüyü dökülmüş olsa da özellikle baharın ilk günlerinde gelip omuzlarıma konuyor; salkım söğüt yapraklarının uç verdiği, karlı dağların terlemeye, çamurlu yolların kurumaya başladığı günlerde. Şimdi “Kente Giden Yol”un neden sadece kapağı ve adıyla hiç aklımdan çıkmadığını, neden beni ziyarete geldiğini daha iyi anlayabiliyorum. O, henüz heveslerimi kırmayı öğrenemediğim zamanlarda, isminden ötürü alıp okuduğum bir kitaptı. On sekiz yaşımda bir kitapçı vitrininde görmüş, görür görmez de alıp çantama koymuştum: Natalia Ginzburg, Kente Giden Yol. Kitap, zamanla yazarının adını, içindeki hikâyeyi de attı, bütün yüklerinden kurtuldu ve sadece bana bazı heveslerimi hatırlatan bir isim haline geldi. Halen gideceğim kent hangisidir, ona hangi yollardan gidilir bilmem. Bildiğim şu: İçimde bir kent var ve ona giden bir yol; gidemesem de bu heves bazı saksıları sulamaya devam ediyor. Belki de gidemediğim bir “Kalem Kent”tir; o olmasa, yazıya gerek kalmayacak…