Yıllar önce Bolu’nun uzak kasabalarından birinde, birkaç arkadaşımla birlikte güzel bir gün geçirmek için ormana gittik. Öncesinde günlerce yağmur yağmış, mantardan anlayan bir arkadaşımız yağmurlu günler boyunca bizi heveslendirmiş, yağmur dinip güneş doğunca da ormanın yolunu tutmuştuk. Ama ormanda kaybolduk. Hepimiz askerliğimizi yaptığımız, gece ve gündüz yön bulma konusunda eğitim aldığımız halde, çaresizce, birbirine benzeyen ağaçların arasında dolaşıp duruyorduk. İlkin şakalaştık birbirimizle, “kaybolursak herkes bizimle dalga geçecek” deyip gülüştük. Ama akşam yaklaşmaktaydı ve biz gerçekten de bir çıkış yolu bulamıyorduk. Sonunda adım attığımız her yer birbirine benzemeye başladı; kasabadan uzaklaşıyor muyduk yoksa ona yaklaşıyor muyduk bilemez hale geldik. Birbirimize belli etmesek de sinirler geriliyordu. O gün sadece bir ormanda değil kendi içimizde de kaybolmakta olduğumuzu hissetmiştim. Belli belirsiz, birbirimize yabancılaşmaya başlamıştık; zorunlu olmadıkça konuşmuyor, her birimiz kendi korkumuzla ilgileniyorduk. Ve kuşkusuz kaybolmak, bir tekdüzeliğin içerisine hapsolmak demekti…
Yıllar sonra bir gün, işte şimdi oturduğum masada ve işte şimdi içinde bulunduğum küçük kütüphanede birden şöyle söylendim: “Burası da bir orman. İçinde kitap olmayan, kitaba dokunulmamış bir tek günün yok. Arkadaşlarınla her ne konuşursan konuş, söz mutlaka bir dönemeçten sonra edebiyata, kitaplara geliyor. Dünyada, dünyaya açık yaşıyorum zannediyorsun ama şu ya da bu şekilde sayfaların arasında kaybolmuş durumdasın. Hayatı bir metin gibi okuyor, kenti bir romanın mimarisiyle karşılaştırıyor, hiçbir kitap okumamış bazı tanıdıklarını tanıdığın bazı kahramanlarla kıyaslıyor, bu büyük harf ormanının içinde dolaşıp duruyorsun işte.” Sadece böyle söylenmekle kalmamış, gerçekten de durumumdan işkillenmeye başlamıştım. Gözlerimi romanların olduğu rafa diktim ve yolumu hiç şaşırmadan Canetti’nin kitabına, Körleşme’ye odaklandım; bir kez daha vurgulamam gerekir ki bir başka kitaba değil özellikle ona. Kendime tanı koymakta zorluk çekmediğime göre, durumumu pekâlâ biliyordum: Kaybolmak için ille de gerçek bir ormana gerek yoktu; insan farkında olmadan kendi ormanını yeşertip büyütebiliyordu. Ben de kitapların arasında kaybolmuştum…
Bir meseleyi kafamıza taktığımızda, hayat da üstümüze titrer ve yeterince aydınlanalım diye karşımıza bolca malzeme çıkarır. O günlerde rütbeli bir misafire de ev sahipliği yaptım. Siyasi bahtı erken yaşta açılmış olan misafirim, birlikte aynı öğrenci evini paylaştığımız bir arkadaşımdı ve şimdilerde Anadolu’da küçük bir kasabada Belediye Başkanlığı yapmaktaydı. Birlikte geçirdiğimiz sımsıcak günlere rağmen bir türlü ortak bir dil tutturamıyor, araya girmiş senelerin kilidini çözemiyorduk. Bir an, içimden bir ses, “ona ismiyle hitap etmekten vazgeç” dedi; onun bir ismi değil bir rütbesi var artık. “Başkanım” dedim, “hatırlıyor musun; soğuk bir kış gününde odunlar tam kurumadığı için saatlerce sobayı yakmaya çalışmış ama odunları bir türlü tutuşturamamıştık.” Kilit çözülmüş, adını söyleyerek sıradanlaştırdığım öznenin omuzları yerine gelmiş, gülerek hatıranın içine dalıvermişti. Ben nasıl kitapların içinde yaşıyorsam, o da siyasetin içinde yaşıyordu; ben harflersiz, o unvansız yapamıyordu işte. Sabahları Başkan Bey olarak evden çıkıyor, her yerde Başkan Bey olarak selamlanıyor, akşam evine Başkan Bey olarak dönüyordu. O da bir koltukta kaybolmuştu…
Çocukluk arkadaşlarımdan bazıları tüccardır. Ticaretle geçirdikleri uzun yıllar, benim gibi kitaplarla ya da Başkan Bey gibi siyasetle uğraşanlardan daha fazla olgunlaştırmıştır onları. İnsanları tanımakta, toplumun olaylar karşısındaki tepkilerini ölçmekte üzerlerine yoktur. Mesele para olunca, siyasi gündemin tesirlerini de günü gününe, bizzat müşterileri üzerinden değerlendirme yetenekleri gelişmiştir. Canım sıkıldığında tüccar arkadaşlarımdan birinin yanına giderim; bu bana iyi gelir. Kafamı kaybolmaya taktığım günlerde, yine böyle bir ziyaret gerçekleştirdim. Büyük mağazanın yakınlarında oturup işlerden, piyasalardan, yaklaşmakta olan yaz sezonundan bahsettik. Arkadaşım, meslek dışından bir dinleyici bulduğu için açılmıştı: Bir atölye açmaktansa, mevcut atölyelere mal diktirmenin daha kârlı olduğunu, satılacak giysilerle müşterinin niteliği arasındaki bağlantıyı, mağaza vitrininin düzenlenişini, bir sonraki sezonda insanların neleri tercih edeceklerini önceden hissetmenin gerekliliğini, kadın ve erkek müşteriler arasındaki farkı anlattı uzun uzun. Elbette yadırgayacak değildim; onun hayatı da ticaretle geçmiş, o da ticaretin içinde kaybolmuştu…