Kavgadan önce şairdi, kavgadan sonra şair. Hepsi bu!

İstiklal Marşı, çocukluğumda, siyah beyaz ve tek kanallı yayın yapan TRT’nin kapanışı demekti. Bir de okulun hafta kapanışı… Marşın içeriğinden ziyade, kıpır kıpır, neşeli çocukların hizaya sokulması; askeri bir disiplin içinde hareket edilmesi, okulun kışlalaştırılması demekti İstiklal Marşı. Yılın en soğuk günlerinde bile İstiklal Marşı okumak için sağlanması gereken düzen ve intizam, o gelmedi, bu gelmedi, filanca doğru düzgün sıraya geçmedi bahanesiyle uzadıkça uzardı. Donardık. Hal böyle olunca, İstiklal Marşı’nın kişisel hafızamızda eşleştiği fotoğraf soğuktan donmak, itiş kakış, bağırış çağırış, can sıkıcı komutlar ve lüzumsuz hayhuylar oluyordu.

Bir de, İstiklal Marşı’nın Onuncu Yıl Marşı’nda ifade edildiği biçimde, “çıktık açık alınla, on yılda on beş milyon genç, yarattık her yaştan” gibi “rejime uygun nesiller” yahut “makbul vatandaş” yaratma projesinin bir parçası olan Öğrenci Andı ile aynı mesabeye konması da cabası…

Öğrenci Andı, Türkçe ezanın mimarlarından ve dönemin Milli Eğitim Bakanlarından Reşit Galip’in salt bir sabah uyandığında aklına geliverdiği için eğitimin bir parçası haline getirilmiş ve böylece onlarca genç neslin zihnine zerk edilmeye başlanmış ideolojik bir propagandaydı. Fakat işte, İstiklal Marşı ile aynı mecrada, aynı seviyede kullanılıyordu; biri, hafta başında okula giriş bileti gibiydi; diğeri hafta sonunda tatili müjdeliyordu.

Herhalde, toplumun önemli bölümünde (çoğunda demiyorum), işlevi dolayısıyla tatsız hatıraları barındırıyordur İstiklal Marşı…

Neyse ki, geçtiğimiz yıllarda, Öğrenci Andı kaldırıldı ve tarihe karıştı. İstiklal Marşı da “rejime uygun gen nesiller yaratma” projesinin aygıtı olan Öğrenci Andı ile aynı düzlemde anılmaktan kurtulmuş oldu.

Geçen hafta, 12 Mart’ta İstiklal Marşı’nın TBMM’de kabulünün 95’inci yıldönümüydü.

Şimdi, 1921’e dönelim; 1 Mart 1921 tarihinde, Antalya Mebusu Hamdullah Suphi Bey TBMM kürsüsünde konuşuyor:

“Arkadaşlar! Hatırlarsınız, Maarif Vekâleti, son mücadelemizin ruhunu terennüm edecek bir marş için şairlerimize müracaat etmiştir. Birçok şiirler geldi. Arada 7 tanesi en fazla evsafı haiz olarak görülmüş ve ayrılmıştır. Yalnız Vekâlet, yapmış olduğu tetkikatta, fevkalade kuvvetli bir şiir aramak lüzumunu hissettiği için, ben şahsen Mehmet Akif Beyefendiye müracaat ettim ve kendilerinin de bir şiir yazmalarını rica ettim. Kendileri çok asil bir endişe ile tereddüt gösterdiler. Bilirsiniz ki bu şiirler için bir ikramiye vaadedilmiştir. Mehmet Akif, bunu, yani ikramiyeyi uygun bulmadığını, bundan dolayı çekindiğini izhar ettiler. Ben şahsen müracaat ettim. Lazım gelen tedbiri alırız ve icabeden ilanı yaparız dedim. Bu şartla, büyük dini şairimiz bize fevkalade nefis bir şiir gönderdiler. Diğer 6 şiirle beraber nazarı tetkikinize arz edeceğiz.”

Antalya Mebusu Hamdullah Suphi, bu açıklamanın ardından, “Seçim size aittir” diyerek, Meclis kürsüsünden İstiklal Marşını okur.

Daha ilk mısraın ardından Genel Kurul’da alkış tufanı kopar. Her kıta alkışlarla kesilir. Son mısra okununca, Meclis’teki mebuslar, şiiri dakikalarca ayakta alkışlar.

1 Mart’taki bu ilk okumanın ardından, 12 Mart’ta Meclis tarafından yapılan oylamayla, İstiklal Marşı, büyük çoğunlukla kabul edilir.

Bilindiği gibi, Meclis’te kabul edilecek milli marşın şairine 500 lira verilecekti. Mehmet Akif, bu ödül yüzünden yarışmaya katılmamıştı. Nitekim marş kabul edildikten sonra da o parayı almadı

Mehmet Akif. Para, o yıllarda fakir çocuk ve kadınlara örgü öğretmek, bir geçim sağlamak amacıyla kurulmuş olan Darü´l Nisaiyye´ye aktarıldı.

Hâlbuki Mehmet Akif, o günlerde bırakın 500 lirayı, beş kuruşa muhtaç şekilde yaşıyordu.

Yakın arkadaşlarından, Ankara Baytar Müdürü anlatıyor:

“Milli Mücadele sırasında, Ankara Baytar Müdürlüğünde bulunmuş olan bir zât, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi konferans salonundaki bir konuşmasında şöyle demişti:
Mehmet Akif´in giyecek bir paltosu yoktu. Tâceddin Dergâhı´ndan Büyük Millet Meclisi´ne kadar paltosuz olarak yaya giderdi. O zamanlar Ankara´nın soğuğu çok şiddetli idi. Ben daireme gelir, paltomu Mehmet Akif´e gönderirdim. O da giyer Meclise giderdi, İstiklâl Marşı için verilen parayı geri vermesinden dolayı kendisine, Mehmet Akif üzerinde bir palton yok, verilen parayı da almazsın, dedim. Bunun üzerine, bana darıldı, paltomu da kabul etmedi. O soğuklarda paltosuz olarak Büyük Millet Meclisine gitti, geldi.”

Yıllar sonra, bu hikayeyi okuyunca, çocukluk günlerimizde, soğuk günlerde okuduğumuz İstiklal Marşı’na serzenişlerimizi hatırlıyorum ve şöyle diyorum: Eğer bu ülkenin milli marşının şairi Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı üşüyerek yazdıysa, ben donarak okumaya razıyım.

Bir şey daha var tabii; Mehmet Akif, İstiklal Marşı’nı “o benim değil, milletin eseridir” diyerek Safahat’ına da koymamıştır. Yani, İstiklal Marşı’ndan dolayı zerre miktar kazanç elde etmemiştir.
Nazım Hikmet’in Kuvayı Milliye Destanı’nın şu bölümünü okurken hep Mehmet Akif gelir aklıma:

“ya insanlarda yürek dediğin taştan olacak,
yahut da dehşetli namuslu olacak yüreğin,
Kâzım’ınki taştan değildi çok şükür,
fakat namuslu.
Ne malûm? dersen:
Dövüştü pir aşkına,
yaralandı birkaç kere
ve saire.
Ve kavga bittiği zaman
ne çiftlik sahibi oldu, ne apartıman.
Kavgadan önce Kartal’da bahçıvandı,
kavgadan sonra Kartal’da bahçıvan…”

Mehmet Akif de tam olarak böyleydi… Kavgadan önce şairdi, kavgadan sonra şair. Hepsi bu. Benim için dava adamı, kavga adamı olmanın ölçüsü budur. Siz de dikkat edin, dava adamıyım, kavga adamıyım diye dolanıp apartman, çiftlik sahibi olanlar, o kavganın içinde olsalar da bilin ki, onlar gerçekte dava adamı değil, ganimet avcısıdırlar.