Hatırlıyorum da ilk gençlik zamanlarımda bütün benliğimi dolduran bir dindarlık hamaseti vardı. Bol bol okumalar yapıyor, çevremdeki seküler tayfayla sık sık tartışıyordum. Aramızdaki uzun tartışmalara rağmen karşı tarafı ikna çabaları sonuç vermiyordu. Muhataplarım da kendi yetersizliklerinin farkına varmış olacaklar ki, benimle daha fazla çene çalmayı bırakıp elime Halid Muhammed Halid’in kitaplarını tutuşturmaya başladılar. Yazdıklarından dolayı sonradan tövbekâr olmuş yazarın “Peygamber’in etrafındakiler” kitabını okuyorken buldum bir anda kendimi. Halid’in en büyük özelliği, diğer altı kitabında olduğu gibi olayları tasvir ve analiz ederken okuyucuyu satır satır inançsızlığıa doğru savurmayı başarmasıydı. Nitekim beni bu üslup karşısında uyaranlar çıkmıştı ama ben fazla aldırmamıştım. Derken kitap bitti, korkulan başa geldi. Araftaydım. İnançlarımla okuduklarım arasında kalakalmıştım.
Yaşadığım derin şok, beni inanç konularına, Hz. Peygamber’in (sav) hayatına dair derin okumalara sevketti ve çok şükür inancıma daha sıkı sarıldım. Etrafımdaki güzel dostların ve tabii ki Yüce Allah’ın inayetiyle.
Hiç kolay bir tecrübe değildi benimkisi. Ancak bir yönüyle de inanılmaz zenginlikler katmıştı bana. Bir kere bu sayede derin okumalar yapma fırsatı bulmuştum. Ve de önemli bir şeyi, kalemin gücünü fark etmiştim. İnsanın zihin yapısını, inançlarını hedef aldığını; yanlış ellerde tahripkâr bir kudrete malik olduğunu.
Kalemin tehlikeli gücünü ümmet düşmanları gayet iyi şekilde kavramışlar ve kalem sahiplerini birer Truva atı gibi kullanmaktan geri durmamışlardır. Geçen yüzyıla dönüp baktığımızda içimize çöreklenen ve ümmet birliğini hedef alan böyleleriyle dolu olduğunu görürüz. Ve pek çoğunun Batı desteğiyle kurulmuş gizli cemiyetlerin üyeleri olduklarını.
Yakın tarihe ilgi duyanlar, İslâm coğrafyasındaki gizli cemiyetlerin hangi amaçlara hizmet ettiğini iyi bilir. Fransız İhtilâli’ni örnek alan bu yapıların hedefinde İslâm dini vardır. Müslüman toplum yapısı ve ümmet bilinci vardır. Nitekim o döneme baktığımızda edebiyatçılar, yazarlar ve eli kalem tutan kesimin topyekûn bir şekilde bütün bu değerlerin düğümlendiği noktaya, yani hilâfet makamına, bu makamın temsilcisi Sultan Abdülhamid’e saldırdığına tanık oluyoruz. O günkü entelijansiya, o günkü medya, yazdıkları ve çizdikleriyle, açıktan ve gizliden Sultan Abdülhamid’i devirme uğraşındadır. Batı ülkelerinin, güdümlü gizli cemiyetler ve devşirilmiş kalem sahipleri aracılığıyla yaptıklarını öğrenmek için fazla bir vakit ve çaba da gerekmiyor. Şöyle biraz kurcalasak, İttihat ve Terakki ile onun kadın kolları diyebileceğimiz Kadınlar Cemiyeti’nin, sırtını Batı’ya dayamış, Masonluk ilkelerine göre teşkilatlanan, Yahudi/Dönme nüfuzunun açıkça hissedilir olduğu yapılar olduğunu, Müslüman bir topluma milliyetçilik illetini boca edip maya tutana dek uğraş verdiklerini görebiliriz.
Bu cemiyetler, kendilerine bel bağlayanların ummadığı kadar başarılı olmuşlardır. Türk milliyetçiliği az zaman sonra Arap milliyetçiliği hareketinin de fitilini ateşlemiştir. Milliyetçilik fikrinin ülke siyasetine nüfuz ederek Arap coğrafyası üzerinde olumsuz etkileri görünmeye başlayınca karşıt bir hareket olarak Arap milliyetçiliği taraftar bulmaya başlamış, etkin bir cemiyetleşme temayülü ortaya çıkmıştır. Hatta Türk Kadınları Cemiyeti’ne nazire olarak Arap Kadınları Cemiyeti kurulmuş, sömürgeci Batı’nın milliyetçilik tohumu Osmanlı mülkünde fesat meyvelerini vermeye başlamıştır.
Derken vakit gelmiştir. Hilafet devletiyle kozlarını açıktan paylaşamayıp bitirici hamleyi “içerden” vurma hazırlığı yapanlar, uygun isimleri bulmakta zorlanmayacaktır. İttihatçıların Cemal Paşa’sı vardır. Arapların ise Şerif Hüseyin’i.
Evet, her şey tam da istedikleri gibi gerçekleşmiştir. Entelijansiya kendisine sufle edileni yazmış, gereği yerine getirilmiştir. Bunun karşılığında meydan tümden parsellenmiş, şan, şöhret, ikbal, yurtiçi ve yurtdışı bütün ödüller Müslüman topluma ve onun değerlerine hakaret edenlerin ulufesi haline gelmiştir.
Erbab-ı hamiyete, gerçek kalem sahiplerine gelince… Kapıları sürekli yüzlerine kapatmak, mücadelenin maddi boyutu olmuştur. Maişet kavgasına mahkûm edilen “toplumun gerçek sesi” yazar ve fikir adamları aslî vazifelerini yapamaz hale gelmiş, sesleri bu şekilde kısılmıştır.
Bir “Batı’nın kalemşörleri”ne bakın, bir de “toplumun gerçek sesi” aydın ve yazarlara. Biri alabildiğine mağrur; edebiyatta, kültürde, sanatta, hemen her alanda parmakla gösteriliyor, el üstünde tutuluyor, eserleri elden ele dolaşıp duruyor, diğeriyse dışlanmış, eski tabirle mehcur, tek tük birkaç titrek sada haricinde neredeyse duyulmuyor. Evet, topluma, ümmete, değerlerimize kastedenler hâlâ baş tacı. Bu durum, nabzı bu toplum, bu ümmet için atan kalem sahiplerinin yapması gereken ödevler olduğuna işarettir. Sesimizi gürleştirmek için bir araya gelmek, ortak projeler geliştirmek, cemiyetleşmenin önemini fark etmek gibi. Kalemin gücünden bahsetmiştik, işte bu da kalemin sorumluluğudur.