İyimserin sebepleri

Büyük çalkantıların gerçekleştiği dönemler, ağır depresyonlara açıktır. Paradigmalar değişir, konumlar göreceli hale gelir, zeminler kaypaklaşır. Dünyanın çivisinin çıktığı kanaati oluşur, yeryüzünü sadece kendi arka bahçesi sayan bilinçlerde. Büyük savaşlarda öne çıkan edebiyat adamı depresyonu, kelimelerin her şeye yetmediğinin keşfiyle ilgili gelir. Oysa yazar da siyasetçi de her adımda dünyayı yeni baştan okuyabilsinler diye var o kelimeler.

Son günlerde iyimserlik ve kötümserliği konu alan yazıların oranında artış olduğunu fark ediyorum. Bu yazıların çoğunda hayata iyimser bakış konusunda temel bir yanılgı hakim. “Hiç bu kadar kutuplaşmamış, hiç bu kadar kötücül olmamıştık” şeklindeki iddia, bu temel yanılgının bir parçası. 70’leri yaşadık, iç savaşa zorlayan sahneleri; 80’leri Diyarbakır ve Metris’le, Mamak’la hatırlıyoruz; 90’lar faili meçhullerle varlığımızı bölme suikastlarının yıllarıydı. Erdal Eren’in, Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun idamı, Güneydoğu’da açılan asit kuyuları, ölüm tarlaları… Ne yazık ki çok uzayıp gidecek bir liste bu.

Bütün bu ideolojik körlük eseri gerçekleşen cinayetlerin yanı sıra bir de yürek ve hukuk körelmesinin eseri işçi cinayetleri var ki kalkınmanın bedeli sayıldığı için anmaya değer bulunmuyor bile.

Kiminin içi kan ağlarken diğeri özel bir cennette yaşıyor olmalıydı aynı yıllarda, “hayali cemaatler”in kürsülerinde, bazen halk adına sloganlar üretirken, hayalindeki halka benzemeyen kesimlere yabancılaşmayı sürdürerek.

2000’lerde büyük ölçüde uzlaşan bir toplum olma konusunda umuda kapıldık, doğru ve bu nedenle de eleştirel düşünce bağlamında kurumsallaşmayı ihmalin tuzağına düştük.

Kenarda köşede unutulmaya terk edilen kişisel hikayeleri elimden geldiğince aktarmaya çalışıyorum yazılarımda. Tanıdığım genç bir adam bir türlü hayata atılamıyor, zamanında ilkokul öğretmeni tarafından engellenmiş cesareti. Sebebi ise ilkokul yıllarında annesinin veli toplantılarına siyah çarşafla gelmesinin oluşturduğu çirkin kargaşa. Ebeveynlerinden utanmaya çağrılan o genç adam(lar) ve kadınların hayata tutunması için hangi cümleyi kurduk, hangi adımları attık…

Doğrusu tarihin ardımızda bıraktığımız dönemleri büsbütün mutlu, şen, adil, insanlık haysiyeti açısından da gıpta edici şekilde yaşanmadı. Mustazafları geçici bir süreliğine de olsa zulümden kurtaran tebliğ ve uyarı dönemleri, yeni cahili düzen arayışları tarafından bastırıldı sıklıkla.

İyimserlik, sorunları halı altına süpürerek tebessümünü korumakla aynı şey değil. Bakışımız, gönlümüze göre seçiyor olguları. Dünyayı kurtarılacak bir esir, kendimizi de kahraman sanmaktan ileri geliyor kötümserliğimiz. Geçtiğimiz hafta vefat eden yazar Vedat Türkali’nin “Bir Gün Tek Başına”sı (1974), yıllar akıp giderken çeşitli tasvirleriyle hatırlamaya devam ettiğim bir roman. Metne hakim olan his ise öncelikle ideoloji sahibi insanın kötümserliği. Bu kötümserlik ütopya yolunda yaşanılan hayal kırıklıklarıyla izah edilir. (Türkali romanlarında kalıcı bir tema olan “güven”, yazarın 1974’te yayımladığı romana da ad olacaktır. )

Sahi, insan insana hangi sebeple güven duyabilir… Aslında insan, kendi kendine hangi sebeplerle güven duymayı sürdürür…

İnsan insana güvenini yitirdiğinde, iyimserlik saflık, iyilik boş bir çaba gibi görünür bazen. Fakat yorgunluğumuzu dindiren de yine iyilik olacaktır, hayal kırıklıklarıyla kanıyor olsa da benliğimiz. İyilik yolları gibi kötülük yolları da yüz değiştirir, yanıltır bizi; salih amel üzerine düşünmek bu nedenle de önemli. Eleştiriye hainlik damgası yapıştıran holigan tarzı taraftarlık, bu ülkenin iyiliğine olmadı.

Yüzleşme cesareti göstermediğimizde kötülüğün yayılacağının tarihi olarak da okunmalı, 15 Temmuz.

Dayanışmak istiyor, ama hala parçalanmaya zorlanıyoruz. İstediğimiz kadar samimi, gayretli, çalışkan ve ahlaklı olalım, bu gidişat karşısında elimizden bir şey gelmeyeceğini bağırıyor bize küresel sistemin araçları. Thatcher “Alternatifi yoktur” diye kestirip atalı çok değişti dünya, yine de bizler çok daha hevesli bir sesle “tüketim”, diyoruz modernitenin bize telkin ettiği hayat tarzının katalogları üzerinden; hırslı bir dille, “yenilik” ve “güvenlik” talep ediyoruz. Beri taraftan estetize edilmiş kötülüğün hayatlarımıza sızması karşısında çok savunmasız, aslında hassasiyet yoksunuyuz. Dünyanın ezbere bildiğimizi sandığımız hali elimizden kayarken, dayanağımız olan kelimelerimizi de yanı sıra götürüyor sanki.

Kötümser olmaya meylimize karşılık görevimiz, iyimser olmanın sebeplerini irdelemek ve şartlarını inşa etmek. Hiçbir şey tam olarak elimizde değil, ama elimizde olanlar adına gayretle mükellefiz. “Dini düşüncenin % 90’ı iyimser düşünceden oluşur” diyor Hodgson, İslam’ın Serüveni’nde. Çaba gösterir, karşılığında takdiri Hakk’tan beklersin. Kelimelerine güvenini yitirdiğinde ise ille de “Dada” gibi bir kâsede karman gerekmiyor onları; bakışların durulanmasının yolunu aramak gerek. “Her şey insan için” derdi, akrabam olan ümmi bir kadın; bu cümle içinde ne büyük bir teselli barındırıyor! Biz bu dünyaya kazanmaya doymamak için değil, kazanım gibi görünen albenili vaatlere aldanmamak için de geldik. Her şey şimdi burada olup bittiğiyle kalmayacak ve geçmişte yaşanan, kayıp gözüyle bakılmış nice tecrübe de pekala kayıp sayılmayabilir.

Hayat bizim istediğimiz gibi akmıyor mu? Öyleyse bakış açımızı, durduğumuz yeri değiştirmemiz gerekiyor. Dünyayı olduğu gibi kabullenerek kötülüklerle savaşmakla, kötülük yüzünden içe (veya dağ başında bir kulübeye) kaçmak aynı şey değil.

İyimser, haklılık payına dayanarak işine bakan kişidir; talep eden değil her şeye rağmen iyiliğe gönüllü olandır.