Yolu arada bir İstanbul’a düşenler sıkça “burada nasıl yaşıyorsunuz?” diye sorar. Bu aslında bir sorudan çok kanaattir. Taşranın durgun günlerinden bir sebeple çıkıp gelmiş olan misafirimiz; büyük bir kalabalığın içerisinde, sıkça birilerine çarparak yol almış; bir yerden bir başka yere koşuşturup duran insanları seyretmiş; otobüslere üşüşenlere biraz da hayretle bakmış; her geldiğinde şaşakaldığı şu mahşer yerine bir kez daha şaşakalmıştır. Haklıdır da! İstanbul’da yaşayanların da zaman zaman kendilerini geri çekip, sanki bu kıyametin bir parçası değillermiş gibi dalgalanıp duran insan denizini garip bir duyguyla izledikleri olur. Ama çok da vakit kaybetmeden sahaya geri döner, yeteri kadar antrenmanlı oldukları ve artık hayatın ritmini ezberledikleri için hiç zorluk çekmeden günlerin içinde kayboluverirler. Ayrıca İstanbul otobüslerde, trenlerde, parklarda, iş yerlerinde, alış veriş merkezlerinde ve daha pek çok mekanda kendisinden şikayet edenlere alışkındır. Bütün bu sözlere gamsız bir hanım edasıyla güler, geçer. Nihayetinde şikayet, ona bağlılığın nişanelerinden biridir…
İstanbul peçelerini birden bire indiren bir şehir değildir. Gündemleri, çarşıları, sokakları, akşamı ve tenhalığı birkaç günde tecrübe edilen küçük beldelerin misafirlerine gösterdiği kolaylık ona yabancıdır. Gelenlere önce en kaba taraflarıyla görünür; gürültü, mahşeri bir kalabalık, bitmeyen bir telaş, suçlar, suçlular, akşamın ansızın açılan kepenkleri. Gözün ilk temas ettiği bu kaba yüzey birinci peçedir. Vakti ve nasibi olanlar için şehir yavaş yavaş ve sırayla diğer peçelerini de sıyırır. Mevsimler de İstanbul’un bir başka peçesidir. Yine birkaç günlüğüne onun netameli baharına, terli yazına, yağmurun ağırlaştırdığı güzüne ya da şu soğuk kışa denk gelen bir yabancı, bu şehirde mevsimlerin bile insan mahşerine eşlik ettiği yanılgısına kapılır. Oysa İstanbul bir mevsim güzelidir. Bir yaz, bir güz, bir bahar, hatta bir kış güzeli. Şehir, bunların her birini insan ömrünün safhaları gibi önünüze serer ve güz geldiğinde, dünyanın güzelliğiyle ölümün habercilerini aynı sahneye yerleştirir. Yahya Kemal böyle bir sahnede, arzuyla yıkım arasında ıstırapla yakınmıştı: “Hiç dönmemek ölüm gecesinden bu sâhile / Bitmez bir özleyiştir, ölümden beter bile.” Şiirinin adı Eylül Sonu’dur…
İstanbul’a güz, hastasına hakikati alıştıra alıştıra söyleyen bir hekim şefkatiyle gelir. Uzunca bir süre hala yazın sürdüğünü, yaz günlerinin içinde bulunduğunuzu zannedersiniz. Oysa dikkatli biri, ulu çınar dallarında bazı yaprakların sararmaya durduğunu, bazılarının da sararmış bir halde daldan kopup yerlere savrulduğunu pekala görebilir. Eylül’ün ortasından itibaren güz, artık bütün letafetiyle kendisini belli etmeye başlamıştır. Şehre tatlı bir serinlik çöker; yakmayan ve üşütmeyen bir serinlik. Sürekli yeşil kalabilen yapraklar ve güzün de açan çiçekler sayesinde eylül, baharın bir tekrarıymış duygusu verir. Akşamları gençlerin keyifle yayıldığı mekanlar, parklar, çocukların oyun oynadıkları yerler bu baharımsı duygunun eseridir. Ama insanlar, biraz da iç geçirerek teneffüs ettikleri bu havalarda, kış günlerinin işaretlerini de almaya başlamışlardır. Bu işaretler, İstanbul güzünün letafetine az ya da çok hüzün bulaştırır. Bizim şehrimizde güz, saçlarındaki ilk akları ayna karşısında seyreden birinin tabiattaki iç sesidir. Hep bir şey söyleyecekmiş gibi durur ve fakat onu yalnızca ima ederek, sessizce çekilip gider…
İşte yine bir güz günündeyiz. Eylülün sonu geçti, Ekimin sonu geçti, ikinci teşrin de yakında şehri terk eder. Bütün uzuvlarıyla gençliğe temenna eden bir çağa geldik. ‘Güz hüznü’ne kapılırsa, yaşının ortaya çıkmasından korkan yeni bir yaşlı nesli var artık. Güzü ağırlama ve uğurlama inceliği, yerini sürekli bahardan bahsetmenin kabalığına bıraktı. Kanlıca’nın ihtiyarları gibi karşılayıp uğurlayan birilerini bulamayınca güz de biraz gönlü kırık ayrılıyor aramızdan. Oysa İstanbul yalnızca bir güz şehri değil aynı zamanda güzü terennüm edenlerin ve ölümlülüğün yapraklarından süslediğimiz bir güz uygarlığının şehridir. Cami bahçeleri, sebiller, mezarlıklar, çınarlar ve Boğaziçi yamaçları burada yalnızca ebediyen yaşamaya değil ebediyen ölmeye geldiğimizin haberini güz vasıtasıyla verir. İnce ruhlular, bizi güzle terbiye eden bir şehirde yaşadığımızı hiç akıldan çıkarmazlar. Öyleyse şu tarifsiz İstanbul güzünün resmini bir daha yapmaya çalışalım: Yaprakları dökülmüş çınarların arasından birden bire kubbeler ve minareler çıkar ortaya; geniş sarı yapraklar yolculuğumuzun gökten yere, yukarıdan aşağıya olduğunu hatırlatırlar; çıplak korular çok sevilmiş bir şeylerin arkasından titrer durur. İstanbul’da güz olgunlaşmış bir dünya neşvesidir, bu yüzden de mukadderatımızın işaretleriyle doludur…