İstanbul göçebeleri

Yaz gelip çattığında, İstanbul göçebelerinin ruhunda bir kıpırtıdır başlar. İnsanlar bir anda, yani iş ortasında ansızın akıllarına gelmiş gibi çıkacakları yolculuktan, memleketlerinden, memleketlerinin havasından söz açar. Bu, dünyanın öteki büyük şehirlerinde yaşayan insanların çok da anlayacağı bir karıncalanma değildir. Mesela onlardan biri, yukarıdan İstanbul’a baksa ve yazın Anadolu yollarına düşen insanların bir sahile değil de kıraç dağların arasındaki kasabalara, köylere gittiğini öğrense şaşırmadan edemez. Ve bu kısa süreli tersine göçe çıkanların telaşını, aceleciliklerini, heyecanlarını yakından gözlemlese, şaşkınlığına ayrıca bir şaşkınlık eklenir. Bu nasıl bir halk, diye sorar kendine; bu nasıl bir halk ki neşe içinde dinlenmeye değil yorulmaya gidiyor. Sonra o görkemli yolculuk başlar; otobüslerde, otomobillerde, trenlerde sürekli saate bakmalar, henüz memlekete giden çocukların meraklı yol soruları, açılan nevale torbaları, molalar, durup kalkmalar, uykulu gözler. Yaz, biz Türkler için söğütlerimizi, kuşlarımızı, eski evimizi, yamaçlarımızı, hatıralarımızı görmeye gittiğimiz bir yol telaşıdır…

Yaz gelip çattığında, İstanbul’dan bu yaz da ayrılamayacak olanların ruhuna bir ağırlık peyda olur. Tanıdıkların pek çoğu bir süreliğine de olsa memleketlerine gidecek, şehir garip bir biçimde meydanlarından başlayarak genişleyecek, selamlaşacak insanların sayısı azaldıkça mesafeler daha da uzayacak ve her bir yere bıkkınlığın tozları yapışacaktır çünkü. Yazları şehirlerinin bekçiliğini yapmak zorunda kalanları, dünyanın öteki büyük şehirlerinde yaşayanlar isteseler de anlayamazlar. Anlayamazlar çünkü can sıkıntılarının sebebi bir tatile çıkamamış olmaları değil, hatıra evlerine ziyarete gidememiş olmalarıdır. Yine de bu dokunaklı terk edilmişliği biraz hafifletebilmek için telefona sarılır, şimdi köylerinde, kasabalarında ya da yaylalarında keyif sürenlere merakla “oraları” sorarlar: Çeşme kurumuş mudur acaba; derenin kenarında semaver çayı içilmekte midir; akraba-i taallukattan ölen var mıdır; bahçedeki vişne ağacı bu sene meyve vermiş midir; Çiçek Teyze bu yaşına rağmen hâlâ sofralar kondurup, sofralar kaldırmakta mıdır; amca torununun düğününe kimler gelmiş, geline neler takılmıştır? Soruları soran ne kadar meraklıysa, cevaplayan da o kadar bal dudaktır. Yaz, biz Türkler için biraz da gidenlerden halini sorduğumuz uzaktaki cennetimizdir…

Yaz gelip çattığında, İstanbul’da kalakalanların da memleketlerine gidenlerin de gündemleri birden değişmeye başlar. Sanki aylardır şu iri siyaset hayvanının dişini tırnağını sökmekle meşgul olan onlar değilmiş gibi birden politikayı hayatlarından çıkarıverirler. Herkes bir serinlik arar kendine, bulur, altına oturur. Hatta bize öyle gelir ki serinliğimiz de memleketimizin bir evladı olmuştur artık. Sanki aynı güneşe başka bir ülkede yakalansak ve bir başka ağacın altında ilişsek, yurdumuzda olmadığımızı serinliğinden anlayacakmışız gibi. Dahası yaz, biraz bozkırlardan, biraz göçmenlikten, biraz Akdeniz’den gelme şu tuhaf haletiruhiyemizin devasa bir vitrini de olur. Ayaklarımızı sulara salar, ensemizi suyla serinletir, kollarımızı suyla ıslatır, su kenarlarına iner, hep sularla oynar dururuz. Ama bu denizde gördüğümüz, deniz görüp daldığımız sulardan değildir. Sebilleri, sahanları, güğümleri, bakraçları hatırlatan, hatıralarıyla birlikte serinleten, serinletirken bile dertlendiren bambaşka bir suyla yıkanırız yaz gelince. Dereler bile yaz görmesine gelenler üzülmesin diye, son bir gayretle kurumalarını ertelerler. Yaz, biz Türklerin derelerle buluşmaya gittiğimiz yerdir…

Sonra bir gün yaz biter. O büyük ve görkemli ölü, cesedinin matemini her bir canlıya pay ederek çekilip gider aramızdan. Memlekete gidenler, torbaları, kolileri, yünleri ve taşra yorgunluklarıyla geri dönmeye başladıklarında, anlarız ki güz kapımıza dayandı artık. Yaz ile güz arasında, birinden öbürüne geçerken az çok bir şaşkınlık da yaşarız. Bu bıraktığımız ve bir miktar uzaklaştığımız işlere yeniden başlamanın acemiliğinden ya da kapısını aralayınca bizi ıssızlıklarıyla karşılayan evlerin boşluğundan çok, bir yazın daha böyle ansızın bitmiş olmasının verdiği şaşkınlıktır. Sanki üstümüzden sımsıcak bir gök çadırı kalkmış, bizi rüzgârlara karşı savunmasız, yağmurların altında şemsiyesiz bırakmıştır. Ama insanız, bu şaşkınlık haline daha alışamadan hayatın hercümercine karışır, günlerin içinde kayboluruz. O uzak taşralar, küçük şehirlerin akşamsefaları, süpürülüp derlenen kerpiç evler, çeşmeler ve su kenarları, hatıralarımızla dolaştığımız dereler ve tepeler uzunca bir süre derin bir uykuya çekilirler. Ta ki yeni bir yaz kendini duyurana kadar. Biz Türkler,  koca üç mevsimi geçer,  coğrafyamızla ahdimizi tazelemek için yazın gelmesini bekleriz…